Quantcast
Channel: Komplo Teorileri – Yalansavar
Viewing all 33 articles
Browse latest View live

Komplo Teorileri ve Sosyal Medya

$
0
0

Komplo teorileri, internetin yaygınlaşmasıyla daha çok taraftar bulmaya başladılar. WhatsApp, Facebook, YouTube gibi kanallardan her gün yeni komplo teorileri ile tanışıyoruz. İnternetin her türlü yalan yanlış bilgiyi hızlı bir şekilde yaydığı konusunu Yalansavar’da daha önce de incelemiştik. Bu yazıda ise, son 10-15 yılda iletişim kanallarımızı kökten değiştirmiş olan sosyal medyanın komplo teorilerini nasıl beslediğini inceleyeceğiz.

2012 yılının 14 Aralık sabahı, A.B.D.’nin Connecticut eyaletinde bulunan Sandy Hook ilkokulunda bir katliam meydana geldi. Evde annesini vurduktan sonra yarı otomatik tüfeğiyle okula giren 20 yaşındaki saldırgan, 6-7 yaşlarındaki 20 çocuğu ve 6 okul görevlisini öldürdükten sonra kendini de vurarak intihar etti. (1)

Sandy Hook İlkokulunda katledilen çocuklar

Olayda çocuklarını kaybeden aileler, olayın şokundan henüz kurtulamadan, kısa bir süre sonra ikinci bir şokla karşılaştılar: Amerika’nın birçok yerinden hakaret ve tehdit mesajları alıyorlardı! İnternet üzerinden yayılan bir komplo teorisine göre, bu okul saldırısı olmamıştı ve aileler rol yapıyorlardı. (2)

Benzer komplo teorileri aynı ülkede daha sonra da yayılmaya devam etti. Ekim 2017’de Las Vegas’ta meydana gelen bir katliamda, saldırgan önce bir otelin çatısından ateş açarak 58 kişiyi öldürdü, ardından da intihar etti. Olayın ertesi günü, olaydan sağ kurtulanlar, yine bir komplo teorisine inanan kişiler tarafından yalancılıkla suçlanıp taciz edilmeye başladılar.(3) Benzer olaylar, Şubat 2018’de Florida’daki bir lisede 14’ü öğrenci, toplam 17 kişinin öldüğü saldırının ardından da yaşandı. (4)

Peki, cep telefonlarımızla sürekli resim ve videolar çektiğimiz, neredeyse her şeyin sürekli kaydedildiği bir çağda, nasıl oluyor da insanlar hala bu tip asılsız komplo teorilerine itibar ediyorlar? Hatta kendilerinden o kadar eminler ki, yakınlarını henüz kaybetmiş insanları yalancılıkla suçlamakta tereddüt etmiyorlar.

YENİ BİR İLETİŞİM ÇAĞI

İnternet, yaygınlaşmaya başladığı 90’lı yıllarda birçok insanda iyimserliğe neden olmuştu. Artık bilgiye daha kolay ulaşabilecek ve birbirleriyle sürekli iletişimde olacak yeni nesiller cehaleti yenecek, daha demokratik, özgür ve eşitlikçi sistemler kuracaklardı.(5)

Ancak 21. yüzyıla girmemizle beraber bu iyimserlik birçok kişide yerini kısa zamanda çaresiz bir kötümserliğe bıraktı. Önce ‘hacker’larla tanıştık. Kötü niyetli kişiler şifrelerimizi çalıp hesaplarımıza giriyorlardı. Artık her gün defalarca şifreler girerek internetteki bir siteye bizim biz olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz.

Daha sonra, tartışma forumlarının ortaya çıkmasıyla ‘trol’ler türediler. Tartışma ortamlarında insanları çileden çıkartan yorumlar yapmaktan zevk alıyorlardı. Kullanıcı adlarının ardına saklanmış sıradan insanların da katılımıyla, gündelik hayatta her gün duyamayacağımız hakaretleri birçok yerde okumaya başladık.

Biz mi sosyal medyayı kullanıyoruz, yoksa o mu bizi?
Fotoğraf: howtostartablogonline.net / CC

Sonrasında ise sosyal medya ile tanıştık. Facebook, Youtube ve Twitter gibi adresler, birbirini tanıyan veya tanımayan insanların etkileştikleri başlıca platformlar olarak ortaya çıktılar.

Fakat insanlar arasındaki etkileşimlerin dijital ortama kaymasının, komplo teorilerinin yayılmasına yönelik önemli sonuçları oldu.

Öncelikle, komplo teorilerinin ve yalan haberlerin yayılma hızı arttı. Hatta, Mart 2018’de yayımlanan bir araştırmaya göre, Twitter’daki yalan haberler gerçek haberlere oranla yaklaşık 10 kat daha fazla yayılmakta, çünkü sahte haberlerin daha şaşırtıcı ve heyecanlandırıcı olması, kişilerin bu haberleri daha fazla paylaşmasına neden olmakta.(6)

İlk bakışta sosyal medyanın, insanlarda zaten var olan ırkçılık, düşmanlık ve nefret gibi hislerin daha kolay dışa vurulmasını sağladığını, yani insanları daha kötü yapmadığını, sadece var olan kötülükleri daha görünür hale getirdiğini düşünebiliriz.

Ancak son birkaç yıl içerisinde yapılan gözlem ve deneyler durumun çok daha ciddi olduğunu gösteriyor. Birçok araştırmacıya göre, sosyal medya bizleri daha ırkçı, agresif ve öfkeli yapıyor, insanlar arasında nefret tohumları ekiyor. (7)

Komplo teorileri, insanların birbirlerine güvenmedikleri ortamlarda daha rahat ve çabuk yayılırlar. Önyargıların ve ayrımcılığın yeni komplo hikayeleri yaratmayı nasıl kolaylaştırdığından daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik.(12) Acaba Türkiye dahil birçok ülkede son yıllarda artan toplumsal kutuplaşma, şiddet ve tahammülsüzlük, ve bunların beslediği komplo teorilerinin ardında sosyal medyanın payı nedir?

SOSYAL MEDYA NASIL ÇALIŞIR

Facebook ve YouTube gibi siteler kendilerini insanlığa hizmet eden, insanlar arasındaki iletişimi arttıran kanallar olarak pazarlamaktadırlar, ki bunda da haklılık payı yok değildir. Artık bu platformlar sayesinde kendimize ait haber ve görselleri anında tanıdıklarımızla paylaşabiliyoruz. Özellikle birbirinden uzakta yaşayan insanlar için iletişim artık çok daha kolay.

Ancak bu firmaların başlıca amacı, hatta varoluş sebebi, sahiplerine ve yatırımcılarına para kazandırmaktır. Bunu da temel olarak iki şekilde yaparlar: Sayfalarına reklam alarak ve sizden topladıkları kişisel bilgileri satarak.

Dolayısıyla bizler bu sitelerde ne kadar fazla vakit geçirirsek, ne kadar fazla yere tıklarsak ve kendimiz ve beğenilerimiz hakkında ne kadar fazla bilgi paylaşırsak, bu şirketler o kadar fazla miktarda satacak malzeme toplayıp, o kadar fazla reklam geliri elde ediyorlar.

İşte bu yüzden bizi bu sitelere bağımlı hale getirmek bu şirketler için son derece önemli. Mesela Facebook’u bir süredir düzenli olarak kullanıyorsanız, 1-2 hafta kullanmamayı deneyin. Ne kadar bağımlı halde olduğunuzu anlayacaksınız! Ya da WhatsApp’ten gelen mesajlara 3 gün bakmamaya çalışın. Ya da Twitter’dan. Siz farkında bile olmadan bu sitelerin nasıl sizleri bağımlı hale getirdiğini göreceksiniz. Peki bunu nasıl yapıyorlar?

İnternette okuduğunuz her şeye kanmayın!

Yalansavar’da sık sık tekrarladığımız bir gerçek var: İnsan oldukça zayıf, birçok kusuru bulunan bir canlı. Fiziksel, duygusal, kimyasal, psikolojik vb. gibi birçok zayıflığımız var. Nasıl ki sigaradaki nikotin ya da eroindeki morfin bizi bir müptelaya dönüştürüyorsa, Facebook ve Twitter gibi platformlar da insanların sosyalleşirken ortaya çıkan çeşitli zayıf yönlerini kullanarak bizleri sadık müşteriler haline getirmeye çalışıyor. Hatta bu sitelere sadece bakmakla kalmıyoruz, kişisel bilgilerimizi, ailemizin resimlerini, farklı ürünler ve fikirler hakkındaki düşüncelerimizi kendi arzumuzla bu sitelerin depolarına yüklüyoruz.

Bu zayıflıklarımızın hepsini incelemek bu yazının kapsamını aşıyor. Konumuzla ilgili olarak bir örneğe odaklanacağız: sansasyonel haberlere olan merakımız: Sıradan haberler pek ilgimizi çekmezken, şok edici iddiaları merak edip hemen üzerlerine tıklıyoruz. Mesela, Facebook ya da YouTube’da Türkiye’nin şeker üretiminin düştüğünü anlatan bir video belki çok az kimsenin ilgisini çeker, ama benzer haberi ‘Yabancılar Şeker Üretimimizi Sabote Ediyorlar!’ başlığıyla, yanında alevler içerisinde bir Türk bayrağı görseliyle verirsek çok daha fazla tıklama alırız. Sosyal medya şirketleri de sansasyona karşı olan iştahımızı kullanmaya çalışırlar.

Facebook ve YouTube gibi siteler bunun için algoritma adını verdiğimiz talimatlar yazarlar. Mesela siz YouTube’ta bir video izlediğinizde, site yan tarafta size başka videolar önerir. Önerilen bu videolar, sizin için özel olarak seçilmiştir. İnternet sitesinin ardındaki sistem, bu videoları nasıl seçeceğine algoritmalardaki komutları uygulayarak karar verir.

Burada amaçlanan, sizin o videoyu izledikten sonra o siteden ayrılmamanızdır. Bunun için de yanda size önerilecek videoların çok ilginç ve çekici (mesela sansasyonel) olmaları gerekmektedir. Başlıkları ya da resimleri sizin ilginizi çekmelidir ki sizi o sitede tutabilsin.

YouTube’ta halen bir buçuk milyara yakın video var ve dakikada 300 saatlik yeni video ekleniyor. (8) Arka planda bu kadar çok videoyu insan işgücü kullanarak ‘ilginç’ ya da ‘sıkıcı’ diye ayırmak mümkün değil. İşte bu yüzden bu video önerme işi ancak bilgisayarların, daha doğrusu onlara komutları veren algoritmaların yapabileceği bir iş. Peki algoritmalar bu komutları nasıl veriyorlar? Zurnanın zırt dediği, daha doğrusu işlerin kontrolden çıkmaya başladığı yer de burası işte.

ALGORİTMALAR VE KOMPLO TEORİLERİ

Algoritmalar hangi videoların en çok ilgi çektiğini ölçebilmek için bazı değerlere bakarlar. Kullanılan algoritmalardaki formüller şirket sırrı olarak gizli tutulmakta, ama tıklanma oranlarının bu formüllere dahil edildiğini biliyoruz. (YouTube’ta kullanılan algoritmanın ayrıntıları ile ilgili bir bilimsel makaleyi şurada bulabilirsiniz, ancak bu formüller sürekli güncellenmektedir.)

Sorun şu ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanlar sansasyonel haberleri, ister doğru ister yanlış olsun, daha ilginç bulurlar. Algoritmalar da bu durumu hemen fark eder* ve daha çok tıklanmış bu videoları öneri listelerinde en üstlere yerleştirerek adeta ateşe benzin dökerler.

YouTube hesabınızda ‘Otomatik Oynat’ seçeneği de açıksa, siz gittikçe radikalleşen videoları birbiri ardına izlemeye başlarsınız. (7) Şurada birkaç örnek mevcut.

Örneğin bu yazıyı yazarken bir deneme yaptım: YouTube’da (hesabıma girmeden) ‘astronot uzay’ kelimelerini arattım. Karşıma ilk çıkan ‘Bir Astronotun Günlük Yaşantısı’ başlıklı video oldu. Ona tıklayınca, yan tarafta önerilen videoların arasında ‘NASA Gerçekleri Görmenizi İstemiyor!’ ya da ‘Amerika Ay’a Gerçekten Gitti mi?’ başlıklı videolar çıkmaya başladı. Bunlardan herhangi birine tıkladığımda ise ekranımın sağ tarafı komplo videoları ile dolmuştu artık. Oysaki ben arama çubuğuna ‘komplo’ kelimesini yazmamıştım.

YouTube’ta iki tıklamayla komplo teorilerine ulaşmak artık çok kolay!

Tabi bu hiç de bilimsel olmayan denememde YouTube’un algoritması, benim kim olduğumu başka yollardan anlamış olabilir ve belki de daha önceden komplo teorileri ile ilgili videolar izlediğimi biliyordu. Siz internette bir kez bir konudaki habere tıkladığınızda, arka plandaki algoritmalar sizin bu seçiminizi kaydeder ve size tıklayacağınızı umduğu benzer videoları gösterir. Mesela, eğer siz vejeteryanlardan hoşlanmayan bir kabapçıysanız ve vejeteryan karşıtı bir haber linkine tıklamışsanız, YouTube’da sürekli benzer haberler görmeye başlayıp, vejeteryanların bütün dünyada büyük sorunlar çıkarttığını düşünebilirsiniz.

Oysaki asıl sorun, sizin ve milyonlarca insanın algısının köpükler içerisine hapsedilmiş olmasıdır. (Yukarıdaki örnekte ‘vejeteryan’ yerine, sevmediğiniz bir ülkeyi, milleti, ideolojiyi ya da siyasi partiyi, ya da bir komplo teorisini koyabilirsiniz.) Farklı fikirlerin işlendiği makalelerin size ulaşma ihtimali çok düşmüştür. Bu durum, bizlerin karşı tarafı anlamamızı zorlaştırmaktadır. Ne de olsa, karşı tarafın derdini bilmeden onları anlayamazsınız. Tam tersine, ortada bu kadar çok “haber” varken, neden diğer insanların başka fikirleri desteklediğine şaşırırsınız.

Daha düzeyli, gerçekçi ve sağlam haberler ortalıkta fazla gözükmezken, kanıtlanmamış iddialar içeren yığınla yalan haber ve komplo teorisi hızla yayılmaya başlar. Yayıldıkça tıklanır, tıklandıkça yayılır! Sadece komplo teorileri değil, ırkçılık, şiddet ve cinsellik gibi kavramlar içeren videolar da ön plana çıkar.

Şu ana kadar yazdığımız kısmı üç cümleyle sadeleştirmek gerekirse: İnsanlar şaşırtıcı, sansasyonel haberler duymayı severler. Bunu bilen sosyal medya siteleri bizlere sürekli birbirinden uçuk haberler önerir. Bu haberlerin önemli bir kısmı komplo teorileri içerirler.

Şimdi artık bu yazının en başındaki örneklere geri dönelim. A.B.D.’den verdiğimiz bu örneklerde de benzer sebep-sonuç ilişkilerini tahmin edebiliriz:

Son yıllarda Amerikan toplumu, insanların kolayca silah satın alabilmesine karşı çıkan bir grup ile, silah sahibi olma hakkını savunan karşıt grup arasında kutuplaşmış durumda. Silah-sever birçok kişi, okullarda gerçekleşen bu katliamların aslında büyük bir komplo teorisi olduğunu düşünüyor ve çocuklarını kaybetmiş ailelere saldırmakta bir sakınca görmüyorlar. Neden görsünler ki? Muhtemelen YouTube ve Facebook gibi, haber kaynağı olarak kullandıkları siteler bu komplo teorisini destekleyen video ve haberlerle kaynarken, iddiaları çürütecek yazılar arka plandaki algoritmaların filtrelerinden geçmekte zorlanıyor. (13) Siz olsanız inanmaz mıydınız?

Türkiye’de buna benzer örneklerle karşılaşıyor muyuz? İşin o kısmını şimdilik sizlerin gözlemlerine bırakıyoruz.

DİJİTAL İLETİŞİM VE DEMOKRASİ

Komplo teorilerinin yayılması için sosyal medya şirketlerinin bilinçli olarak şu ya da bu konuyu ön plana çıkartmaları gerekmiyor. Mesela Facebook’un “şu komplo teorisine destek verelim” diye bir politikası olma ihtimali oldukça düşük. İnsan beyninin sansasyonel haberlere (yani dedikoduya) olan düşkünlüğü, ve yapay zeka algoritmalarının bu düşkünlüğü fark edip kullanması, yukarıda anlattığımız sonuçlara neden olmaya yeterlidir. Algoritmayı yazanlar için ise iş, çoğu kez bir optimizasyon probleminden ibarettir: Nasıl yapsak da tıklanma sayısını arttırarak kar etsek.

Bu algoritmaların politik ve sosyal sonuçlarının en baştan görülmesi mümkün müydü? Bu soruya yanıt verebilmek için elimizde henüz yeterince veri yok, ancak eski bir Google çalışanı, şirketini daha 2013 yılında bu konuda uyardığını ve sonrasında iş akdinin feshedildiğini iddia ediyor. (7) Google ise artık daha “güvenilir” kaynaklara öncelik verdiği iddiasında. (9)

Ancak bu olumsuz sonuçlar bir süredir gözlenmekteler ve sosyal medya siteleri son birkaç yıldır bu durumun ticari ve politik sonuçlarıyla boğuşuyorlar. Özellikle 2017 yılından itibaren, Rusya’nın  Amerika ve İngiltere’deki seçim sonuçlarını sosyal medyayı kullanarak etkilemeye çalıştığı iddialarıyla, bu problem artık ülkelerin ulusal güvenlik meseleleri seviyesine de çıkmış bulunuyor. (10) Biz bu yazıyı hazırlarken, Amerikan ve Avrupa medyası Facebook’u devlet denetimi altına alıp almamayı tartışıyordu.

Görünen o ki, nihai hedefi kar etmek olan ve hissedarları dışında kimseye hesap vermek zorunda olmayan sosyal medya şirketleri, insanların haberleri kağıda basılmış gazeteler yerine internetten öğrendiği 21. yüzyılda demokratik rejimlerin altını oyma potansiyeline sahipler.(11) Dolayısıyla, bu konunun önümüzdeki yıllarda daha da önem kazanmasını bekleyebiliriz.

SONUÇ

Peki bütün bu durumdan bizler komplo teorileri ile ilgili olarak hangi temel sonuçları çıkartabiliriz?

Her zaman vurguladığımız gibi, sosyal medyada sürekli karşımıza çıkan iddialara ve bu iddiaların kaynaklarına karşı son derece şüpheci yaklaşmamız gerekiyor. Unutmayın: Dünyanın herhangi bir ucundan herhangi bir delinin bir haber uydurması ve bu haberin birkaç gün içerisinde milyonlarca insana ulaşması artık çok kolay.

Facebook veya Twitter’da, güvendiğimiz kişilerin ‘paylaş’tığı haber linklerine de şüpheyle yaklaşmalıyız. Belki o arkadaşımıza ya da akrabamıza paramızı veya eşyamızı emanet edebiliriz. Ama aklımızı emanet edebilir miyiz? Bu arkadaş bu haberi paylaşmadan önce haberin kaynaklarını iyice kontrol etmiş midir? Peki ya o haberi ‘beğenmiş’ onlarca diğer insan?

Sonsöz: İnternet sadece gerçeklerin değil, yalanların da serbestçe yayıldığı bir ağdır. Nasıl ki her kapınızı tıklayan kişiyi evinize almıyorsanız, her tıkladığınız haberi de kafanızın içine kabul etmeyin. İnternetteki güvenilir bilgi ile güvenilmez bilgiyi birbirinden ayırt etme becerilerinizi geliştirin. Yalansavar ve benzeri kar amacı gütmeyen siteler, bu konuda size kaynaklar oluşturmak için varlar.

* Bu algoritmalarda ‘makine öğrenmesi’ teknikleri kullanılarak bilgisayarların kullanıcı davranışlarını sürekli olarak izlemeleri ve algoritmaların kendini yenilemesi (öğrenmesi) sağlanır. Yeni videolar paylaşıldıkça kullanılan formüller ve değişkenler de otomatik olarak güncellenir.

 

Kaynakça:

1 – https://en.wikipedia.org/wiki/Sandy_Hook_Elementary_School_shooting

2 – https://www.theguardian.com/us-news/2017/may/02/sandy-hook-school-hoax-massacre-conspiracists-victim-father

3 – http://www.bbc.com/news/blogs-trending-42187105

4 – http://time.com/5169321/florida-shooting-conspiracy-theories-david-hogg/

5 – https://www.eff.org/cyberspace-independence

6 – http://www.sciencemag.org/news/2018/03/fake-news-spreads-faster-true-news-twitter-thanks-people-not-bots

7 – https://www.nytimes.com/2018/03/10/opinion/sunday/youtube-politics-radical.html

8 – https://fortunelords.com/youtube-statistics/

9 – https://www.wsj.com/articles/youtube-tweaks-its-search-results-after-rise-of-las-vegas-conspiracy-theories-1507219180

10 – http://t24.com.tr/yazarlar/fusun-sarp-nebil/sahte-haberler-ve-yaklasan-secim–i,19339

11 – https://yalansavar.org/2012/12/10/komplo-teorileri-4-azi-karar-fazlasi-zarar/

12 – https://yalansavar.org/2012/08/14/komplo-teorileri-1-her-derde-deva/

13 – https://www.vox.com/science-and-health/2018/2/26/17045560/parkland-shooting-conspiracy-theories-psychology


Bir Şarlatanın Kısa Bilim Macerası

$
0
0

Bilimin ilerlemesi için yeni fikirlere sürekli açık olmak lâzım, ama nasıl? Nasıl bazıları yaratıcı fikirlerini sınayıp bilim tarihine geçiriyor da bazıları şarlatan olarak kalıyor? Bir bilim adamıyla bir şarlatanın ortak projesi, bu farkı anlamamız için kaçırılmaz bir fırsat.

Bu fırsatı belgesel yapımcısı Gabriel Rhodes’a borçluyuz. Arkadaşı, kanser araştırmacısı Jonathan Brody’nin başına gelen, az sonra özetleyeceğim macerayı adım adım kaydetmiş. Böylece bir bilim insanı ile şarlatan arasında meydana gelen olayları, görüşmeleri bizzat dinleyebiliyor, aralarındaki farkı kendimiz anlayabiliyoruz. İngilizce bilenlerin, bu kaydın 6’ncı dakikasından itibaren dinlemesini tavsiye ederim.

Jonathan Brody, Philadelphia’daki Thomas Jefferson Üniversitesi’nde yardımcı doçent. Yirmi yıldır kanser araştırması yapıyor. Hikâyemiz Brody’nin eski okulunda bir seminer vermesiyle başlıyor. Seminerinde Brody sürekli olarak bilimde farklı düşünmenin önemini vurguluyor. Konuşmasından sonra, Brody’nin eski müzik öğretmeni Anthony Holland yaklaşıyor ve yıllardır bakteriler üzerinde yaptığı araştırmaları göstermek istiyor. Eh, farklı düşünmek üzerine bu kadar konuştuktan sonra, bir de eski hocasının ricasını reddetmek olmayacağından Brody bu teklifi kabul ediyor ve Holland’ın deneylerine dair videoları izliyor.

Jonathan Brody

Jonathan Brody (Kaynak: Thomas Jefferson Universitesi)

Umut veren veriler, yalnızca bir başlangıç

Videolarda gördüğü şey beklediğinden ilginç oluyor: Holland, kendi yaptığı aygıt sayesinde belirli frekanstanki elektromanyetik dalgaları çeşitli bakterilere yönlendiriyor ve onları bu yöntemle öldürebiliyor! Belirli bir frekansın yalnızca belirli bir hücreye etki etmesi ilginç geliyor Brody’ye, zira kendi araştırmalarında kullanabileceğini düşünüyor bunu. Elimizdeki cerrahi yöntemler birçok zaman tüm kanserli hücreleri vücuttan çıkaramıyor. İlâçlı ve ışınımlı tedaviler ise, kanserli hücreler kadar birçok sağlıklı hücreyi de etkilediğinden çok miktarda yan etkiye yol açıyor. Kanserin türüne ve yayılımına göre hekimince her hastaya bunların bir bileşimi öneriliyor.

Tüm kanser araştırmacılarının peşinde olduğu, yalnızca kanserli hücrelere etki edecek, diğerlerine ise dokunmayacak bir tedavi yöntemi. Holland’ın şimdiye kadar Brody’ye gösterdikleri bunun için umut veriyor olduğundan Brody, eski hocasının bunu Philadelphia’daki kanser araştırma laboratuvarında denemesine razı oluyor.

Holland bu aleti nereden çıkarmış? İş burada komplo teorilerine varıyor. 1950’lerde Royal Raymond Rife adlı bir şarlatanın çıkardığı bir makineden, bununla kanseri aslında tedavi edip de açgözlü tıp dünyasının tekerine çomak soktuğundan, dolayısıyla bu aygıtın yok edildiğinden bahsediyor. O kadar ki, bunları bize aktaran Rhodes’un hayatının tehlikede olduğunu bile düşünüyor, birkaç kez onu bir kenara çekip uyarıyor!

Royal Raymond Rife, kanseri tedavi ettiğini iddia ettiği makinesiyle

Royal Raymond Rife, kanseri tedavi ettiğini iddia ettiği makinesiyle (Kaynak: Wikimedia)

Bu komplo teorilerini okuyan Holland, aynı makineyi kendi yazılım bilgisiyle birleştirerek yeniden yapıp denemeye karar veriyor. Brody ile karşılaşıncaya dek de deneylerini kendi evinde yürütüyor.

İyi deney yapmak meğer o kadar kolay değilmiş

Karşılaştıktan sonra ise Holland, deneylerini kanser hücreleri üzerinde yapmak üzere Brody’nin laboratuvarına geliyor, hem de tüm masraflarını kendi cebinden karşılayarak. Kendi aletlerini de yanında getiriyor, bunları kullanarak Brody’nin asistanlarınca kendisine verilen kanser hücrelerini elektromanyetik ışınlara tutarak öldürmeye çalışıyor.

İlk bakışta sonuçlar sevindirici: Elektromanyetik dalgalara tutulan hücrelerin %60’ı ölmüşken, tutulmayanların %10’u ölmüş. Brody bu sonuçları sevinçle karşılıyor. Ama hemen ardından, biz bilim insanlarına çok tanıdık bir sürece başlıyor: Bu sonuçlar gerçek mi, diye kendi kendine soruyor. Acaba EMD’lerin bir etkisi olmayıp da başka bir şeyin etkisini görüyor olabilir miyiz? Böyle bir ihtimal varsa bunu açıklığa ne gibi deneylerle kavuştururuz?

(Kaynak: XKCD)

(Kaynak: XKCD)

Bu sorgulama sırasında ortaya çıkıyor ki Holland, deney hücrelerini EMD’lere maruz bırakmak için onları “inkübatör” denen 37 santigrat derecelik dolaptan oda sıcaklığına çıkarmış, ama aynısını kontrol hücrelerine yapmamış. Yani %60’ı ölen hücrelerin, %10’u ölenlerden farkı bir değil, iki: Hem EMD’ye maruz bırakılmışlar, hem de daha düşük sıcaklığa. Ölen hücreleri bu etmenlerin hangisi öldürdü? Bilmiyoruz, zira kültür tabağındaki hücreleri değişen sıcaklık da öldürebilir, kolonya da, yandaki karikatürdeki gibi tabanca da! Holland eğer deney sırasında bütün hücreleri oda sıcaklığına çıkarsaydı, ve o zaman da bu farkı görseydi, sonuçlar daha anlamlı olacaktı.

Deneyde sonucun bağlanabileceği tek bir değişken bırakmak, kontrollerin işlevlerinden yalnızca biri. Ayrıca kontroller bize bir deneyin işlemesi gerektiği gibi işleyip işlemediğini de gösterir. Bunu daha önce şu yazıda (Şekil 6’da) işlemiştim.

Beklenmedik sonuçlar: Bazısına ilginç, bazısına ayrıntı

Yani Brody için deneyle kontrol grupları arasında birden çok etmen değiştirilmiş olduğundan bu deney sonuçsuz kalıyor ve deneyin, uygun kontrollerle tekrarlanması gerekiyor. Holland için ise bu önemsiz bir ayrıntı, zira inancı tam: “İmkânsızı başardık, Rife makinesinin kanseri öldürebildiğini kanıtlıyoruz. Hattâ kanıtlamıyoruz, kanıtladık bile. Şimdi soru şu: Başkalarını ikna edecek ne kadar veri toplayabiliriz? Başkaları inanmayabilir, ama başkaları ne derse desin, ben bunun işe yaradığını biliyorum.”

Brody ise, bu yöntemin işe yaramasını istemekle beraber, kolay ikna olmuyor. Yöntemin çok çeşitli sınamalardan başarıyla geçmesi, bu sınamaların hep iyi kontrollerle yapılmış olması, yukarıdaki ilk deneyin aksine, sonucun şüpheye mümkün olduğunca az yer bırakması lâzım. Aslında Brody bu deneyler böyle yapılmadıkça sonuçlara kendi bile inanmıyor ki başkalarını da inandırmaya çalışsın! Ona göre “Müthiş, emsalsiz sonuçlar var ama bunu meydana getiren tek sebep bu dalgalar olmayabilir. Bu yüzden bunları tekrar etmeliyiz. Henüz çok belirsiz.”

Ama gelen haberler kötü: Holland’ın yönteminin, işe yarıyorsa, kanser ilaçları ile birlikte daha da çok hücre öldürmesi beklenir, ama deneyde tam tersi bir sonuç ortaya çıkıyor. Nasıl oluyorsa oluyor, EMD’ler kanserli hücreleri ilâcın etkilerinden koruyor, hücrelerin %100’ü deneyden sağ salim çıkıyor!

Daha iyi kontrollerle yapılmış, giderek geliştirilmiş deneylerden gelen olumsuz ve uyumsuz sonuçlar Brody için önemli birer soru işareti. Üstelik gelen sonuçlara göre daha da çok deney, daha da çok sınama istiyor. Zira “ilginç, umut verici sonuçlar ile bir şeyin gerçekten işlediğinin kanıtlanması arasında çok büyük fark var.” Onun gibi bilim insanlarının gündelik işi bu: sürekli sınama ve sorgulama. Sonuçları başkasına sunmadan kendilerini ikna etmeye çalışıyor, hatta canla başla çalışarak elde edilmiş dünya kadar veriyi icabında gözden çıkarabiliyor.

Sorgulayıcılık, bilimin anahtarı

Öyle herkesin, meselâ Holland’ın tahammül edemediği düşünsel bir süreç bu. Kendisince kesinleşmiş bir “gerçeğin” sürekli sorgulanmasını, iyi sonuç verdiğini düşündüğü deneylerin geliştirilerek tekrarlanmasını anlayamıyor. Bu sonuçlar tekrar tekrar elde edilemediği sürece yönteminin etkinliğinin hiç kanıtlanmış olmayacağını kabul edemiyor. O yüzden olacak, ne kadar eksik, yetersiz ve sorunlu olursa olsunlar, hep o eski, olumlu sonuçlara dönüyor, onları aşamıyor.

Bu farkın ne kadar büyük bir hüsrana sebep olduğunu Holland’ın tavrından anlıyoruz. Nitekim giderek artan taleplerden bıkıyor, Brody ile işbirliği resmen olmasa da fiilen sona eriyor. Onun yerine, elindeki verileri internette yayınlayarak onlarla ilgilenecek başkalarını arıyor, gerçek bilim camiasının görmek istediği, ileri seviyede deliller yerine başlangıç seviyesindeki deney sonuçlarıyla başkalarını da ikna etmeye çalışıyor.

Yani bir yanda, iyi kontrollerle birlikte elde edilmiş, tekrarlanabilen, birbiriyle uyumlu verilerle elindeki kuramı sınayan bilim insanları… Diğer bir yanda ise, maksadı sınamak değil de zaten inandıklarına delil uydurmaya çalışan, bilimsel araştırmayı ufak bir ayrıntı olarak görenler. Hangisini seçeceğinizi biliyorsunuz.

Kaynaklar ve notlar

Bu yazı daha önce Açık Bilim dergisinde yayınlanmıştır.

Sık Rastlanan Aşı Karşıtı İddialar -1: Aşıların lüzum ve etkinliği

$
0
0

Uzun zamandır okurlarımızdan gelen talepler doğrultusunda herkese rehber olabilecek nitelikte yeni bir yazı dizisine başlıyoruz. Toplam üç bölüm olacak bu yazı dizisinde, aşı karşıtlarının sıklıkla öne sürdüğü iddiaları tek tek ele alacak ve kaynakları ile inceleyeceğiz. İlk bölümde konumuz aşıların lüzum ve etkinliğine ilişkin iddialar.

Aşılar, son 300 yıl içinde yapılmış ve hepimizin yaşam kalitesini yükseltmiş, çocuk ölüm oranlarını tüm dünyada azaltarak ortalama yaşam beklentisini artırmış en önemli tıbbi buluşlardan biri. Çok değil, bundan iki nesil geriye gidip anneannelerimize anılarını sorduğumuzda o dönemlerde yaşamış hemen her annenin ya kendi çocuğu ya da ailesinden birini bugün aşı ile önleyebildiğimiz bulaşıcı hastalıklardan biri nedeniyle kaybettiğini öğreniyoruz. Sapasağlam çocukların cocuk felcine yakalanıp ömür boyu sakat kaldığı, ateşlenip ölen  küçük bebeklerin erken yaşta toprağa verildiği geçmiş o kadar da uzak değil.

Ancak, son yıllarda aşıların bu denli başarılı olmasının bir de beklenmedik etkisini  gözlemliyoruz.

Artarda güvenliği kanıtlanan ve aşılama programlarına dahil edilen çocukluk çağı aşıları sayesinde eskiden etrafımızı saran hastalıkları bugün neredeyse unuttuk,  bu hastalıkların ciddi komplikasyonlarını görmedikçe de hafife alır hale geldik.1 Bu unutkanlık, sadece Türkiye’yi değil, tüm dünyayı da içine alan anti-entelektüelizm akımı ve yaygınlaşan komplo teorilerine inanma meyli ile birleşince uzun vadede sonuçları ölümcül olacak aşı karşıtlığı hareketine neden oluyor.

Medyatik olmak için sansasyonel söylemlerle TV ekranı ve gazetelerde boy gösteren korku tüccarlarının sayısının artması ile daha önce aşı karşıtı olmadığı halde kafalarına asılsız soru işareti sokulan anne baba sayısı gün geçtikçe artıyor.  İnternet ortamındaki kalitesiz ve yalan yanlış bilgilere maruz kalan bu kafası karışık anne babalar komplo teorisi yayan bu sitelerdeki eksik, hatalı hatta bazen düpedüz yalan bilgilerle aşılara düşman oluyorlar ve çocuklarını, hatta toplum sağlığını bilmeden riske atıyorlar. Hepimiz her gün gitgide artan sayıda anne babanın çocuklarını aşılatmaya çekindiğini görüyoruz.

Aşı karşıtlığı hareketi, Türkiye’de birkaç farklı koldan ilerliyor. Bunların ilki çok eskiden beri özellikle kırsal kesimde yaygın olan batı kaynaklı tıp ve tıbbi girişimlere şüpheyle bakmaktan kaynaklanan inançlar.  Aşı karşıtlığının daha yeni bir biçimi ise, Avrupa ve ABD’de yükselen aşı karşıtı hareketin ithal edilmesi sonucunda yakın zamanda ortaya çıktı.2  Bu ithal kaynaklardan gelen iddialar, doğallığa yönelme odaklı anne grupları tarafından birebir kopyalanarak hızla yayılmakta. TV ve gazetelere asılsız bilgilerle sorumsuz demeçler veren medyatik doktorlar bu iki grup arasında köprü kuruyorlar, bu şekilde komplo teorileri iyice dallanıp budaklanıyor.

Temel olarak baktığımız zaman, aşı karşıtı argümanların birkaç ana grupta toplandığını görebiliriz. Bu yazı dizimizde bu  gruplara giren sık karşılaştığımız iddiaları kanıtları ile birlikte irdeleyeceğiz.

  1. Aşıların lüzum ve etkinliğini sorgulayan iddialar
  2. Aşı içerisindeki maddelerin veya hazırlanma süreçlerinin güvenilirliğine yönelik iddialar
  3. Aşıların yan etkileri ile ilgili iddialar
  4. Aşılarla ilgili diğer komplo teorileri

1. Aşıların lüzum ve etkinliğini sorgulayan iddialar

Aşı karşıtlarının öne sürdüğü iddiaların başında, bulaşıcı çocuk hastalıklarının aslında medya ve tıp otoritelerinin iddia ettiği kadar kötü ve tehlikeli olmadığı, çoğu çocuğun bu hastalıkları geçirdiği ve bir sorun yaşamadığı geliyor. Gene bununla ilintili olarak aşıların aslında bu hastalıklara karşı koruma sağlamadığı iddiası da sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bunlarla kısmen bağlantılı bir diğer iddia da net aşı karşıtı gibi görünmese de mevcut aşılama takvimini sorgulayan ve çocukların çok erken zamanda çok fazla aşıya maruz kaldığı ve bunun hem gereksiz hem de çocuklara zararlı olduğu iddiası.

“Bulaşıcı hastalıkların çoğu ölümcül değil, aşılar gereksiz.”

Aşı karşıtları bulaşıcı hastalıkları normal çocukluk sürecinin bir parçası olarak görüyorlar. Onlara göre çocukların aşılanmasındansa bu hastalıkları geçirip yenmeleri daha ‘doğal’. Bu inanç çerçevesinde ‘suçiçeği’, ‘kızamık’ vs. partileri düzenliyor, hasta çocuklar izole etmek yerine bilerek ve isteyerek sağlıklı çocuklarla bir araya getiriyorlar.

Bulaşıcı hastalıkların tehlikesiz olduğu sanrısı bizi yanıltan zayıf hafızamızın bir ürünü. Bu hastalıkların ciddi ve ölümcül komplikasyonlarını görmüyor olmamızı başarılı aşı kampanyalarına borçluyuz.3

Bugün, kızamık geçiren çocukların %20’sinde kızamık komplikasyonları hastaneye yatmayı gerektirecek kadar ciddi seyredebiliyor.  Hastaların %6’sında zatürre, her 1500 çocuktan 1’inde ise ansefalit (akut beyin enfeksiyonu) gelişiyor. Kızamık ölüm oranı hala 1000 kişide bir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kızamık aşısın yapılmadığında yılda 2,7 Milyon çocuğun kızamık komplikasyonları nedeniyle öleceğini öngörüyor. 4

Kabakulak, aşılama programlarına dahil olmadan önce yılda yarım milyon çocuğun ölümüne neden olurken bu sayı bugün 80 bin civarında.5

“Aşılar bulaşıcı hastalıklara karşı koruma sağlamıyor.”

Aşı karşıtlarının en sık kullandığı bu iddianın aslı sadece birkaç dakikalık bir Google araması ile çürütülebiliyor olmasına rağmen kafası karışmış ebeveynlerden en sık duyduğumuz endişelerden biri. Bunun nedenlerinin en başında aşı karşıtı yayın yapan web sitelerinin kullandığı dilin tıbbi makalelere göre daha yalın olması, daha çok okuyucu çekmesi ve Google aramalarında daha üstlere çıkması yatıyor. Bu nedenle doğru bilginin yalın bir dille, anlaşılır şekilde anlatıldığı kaynaklar yaratmak önemli.

Ekteki tabloda, muhtelif hastalıklar için aşı öncesi yıllık morbidite rakamları (hastalığa tutulan kişi sayısı) ve aşılama sonrası ortama yıllık vaka sayıları karşılaştırılmalı olarak gösterilmiş durumda.6

Muhtelif hastalıklar için aşı öncesi yıllık morbidite (hastalığa tutulan kişi) sayısı ve aşılama sonrası ortama yıllık vaka sayıları

Kimi aşı karşıtı sitelerde bu rakamların düşmesinde aşılardan çok iyileşen ve gelişen tıbbi bakım, antibiyotiklerin keşfi, hijyen kavramının gelişmesi ve düzelen sosyoekonomik statü gibi gerekçeler gösteriliyor. Bunların toplum sağlığı için çok önemli gelişmeler olduğu yadsınamaz ancak çoğu, hastalığın görülme sıklığını azaltmaktan ziyade hastalanan kişilerin daha çabuk iyileşmesini sağlayacak, ya da ilave komplikasyonları engelleyecek değişiklikler.

Buna karşılık aşıların uygulamaya alındığı yılları takiben bu hastalıkların görülme sıklığında çok ciddi azalmalar gözlemliyoruz.7 Benzer şekilde aşılama oranları düştüğünde de neredeyse ortadan kalkmış olan bulaşıcı hastalıklar acımasız bir şekilde geri geliyorlar.

Tycho projesine ait bu grafikte, 1930’dan beri ABD eyaletlerinde görülen kızamık vaka sayıları, ve bu rakamların rutin kızamık aşısını takiben nasıl değiştiği net olarak görülüyor.

Örneğin, özellikle küçük bebeklerde ölümcül seyredebilen boğmaca hastalığına yönelik aşı 1940’larda geliştirildi. Bu tarihten önce ABD’de her yıl ortalama 200 bin boğmaca vakası görülüyor, bunların 9 bin kadarı ölümle sonuçlanıyordu. Aşının rutin uygulanmaya başlamasının  ardından bu sayı 200 binden yılda 2 bin hasta seviyesine çekilmişti. Ne yazık ki son yıllarda artan aşı karşıtlığı sayesinde bu rakam on kat artarak yılda 20 bin vakaya ulaştı. 2010 yılında, aşı karşıtı hareketin yaygın olduğu ABD California eyaletinde son 70 yılın en büyük boğmaca salgını oldu. 9.143 kişi boğmacaya yakalandı, bu vakalardan çoğu bebek olan 10 tanesi ölümle sonuçlandı.8

ABD’de görülen boğmaca vakalarının aşının rutin uygulamaya başlamasıyla ne kadar çarpıcı bir şekilde azaldığı ortada. Benzer şekilde, aşı karşıtı hareketin popülerliği ile vaka sayılarında artış olduğunu da çok net görebiliyoruz.

“Çocuk benim çocuğum değil mi, ister aşılatır ister aşılatmam.”

Aşılanmak başta bireysel bir karar gibi görülse de toplum bağışıklığına olan etkileri nedeniyle hepimizi etkiliyor.

Bir toplumda herhangi bir salgının önünü kesmek için toplum bağışıklık eşiğine ulaşmak gerekiyor. Ancak bu şekilde herhangi bir salgının kişiden kişiye atlayarak aşılanması mümkün olmayan kişilerin hastalanmalarını önleyebiliriz.

Sürü bağışıklığı nasıl çalışır?

Bağışıklık sistemi yetmezliği olanlar, kanser tedavisi görenler, organ nakli hastaları, çok yaşlılar, hamileler, çok küçük bebekler gibi aşılanamayan riskli popülasyonları olası bir salgında korumak için gereken toplum bağışıklığı eşikleri %80-95 arasında değişiyor. Aşılama oranları bu rakamların altına düştüğünde o toplumda salgınlar baş göstermeye başlıyor. Özetle, çocuğunuzu aşılatmama kararı sadece sizin çocuğunuz için değil, toplumdaki birçok farklı insan grubu için de sağlık tehdidi oluşturuyor.

Başlıca bulaşıcı hastalıklar için toplum bağışıklık eşiği. Tablodaki Ro değeri, her bir hastalanan kişinin, kaç kişiyi hasta edebildiğini (hastalık etkeninin bulaşıcılığını) gösteriyor. Örneğin her bir difteri hastası, 7 kişiyi daha hasta ediyorken, boğmaca için bu sayı 17 kişi. Toplum bağışıklık eşiği ise, bu hastalıkların yayılmasına mani olmak için toplumun ne kadarının aşılanması gerektiği.

Toplum bağışıklığı konusu bir kenara, anne baba olmak insanın çocuğuna her istediğini yapacağı, yapabileceği anlamına gelmiyor. Her anne baba çocuğuna bakmak, korumak, gözetmek, onu bedensel ve ruhsal olarak hırpalamamak ve sağlığını gözetmekle yasal olarak da yükümlü ve bunları yerine getirmediğinde çocuk istismarı yapmış kabul ediliyor. Benzer şekilde hem çocuklarının hem de toplumun önlenebilir bulaşıcı hastalıklardan korunmasını sağlamak da ebeveynliğin temel görevlerinden biri.

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde aşılar içerisindeki maddelerin ve hazırlanma süreçlerinin güvenilirliğine yönelik iddiaları inceleyeceğiz.

**Bu makale, ilk olarak Toplum ve Hekim dergisinde (Cilt 33, Sayı 3, Mayıs-Haziran 2018, sayfa 195-206) yayınlanmıştır.

 

Kaynakça:

1. McNeil DJ. Measles Deaths Fall to a Record Low Worldwide – The New York Times. New York Times. https://www.nytimes.com/2017/12/26/health/measles-deaths-vaccination.html?_r=1. Published 2017. Accessed January 9, 2018.

2. Arıcan I. Aşılar ve Komplo Teorileri – Bölüm 2: Dr. Andrew Wakefield ve Aşı Karşıtı Hareket. Yalansavar. https://yalansavar.org/2011/11/17/asilar-ve-komplo-teorileri-bolum-2-dr-andrew-wakefield-ve-asi-karsiti-hareket Published 2011.

3. Van Panhuis WG, Grefenstette J, Jung SY, et al. Contagious Diseases in the United States from 1888 to the Present. N Engl J Med. 2013;11(28):369. doi:10.1056/NEJMms1215400.

4. National Center for Immunization and Respiratory Diseases. Vaccines: What Would Happen If We Stopped Vaccinations. https://www.cdc.gov/vaccines/vac-gen/whatifstop.htm. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

5. WHO. Measles Fact Sheet. WHO. 2017. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs286/en/. Accessed January 14, 2018.

6. Center for Disease Control (CDC). Ten Great Public Health Achievements – United States, 1900-1999. MMWR Morb Mortal Wkly Rep. 1999;48(12). https://www.cdc.gov/mmwr/PDF/wk/mm4812.pdf. Accessed January 15, 2018.

7. DeBold T, Friedman D. Battling Infectious Diseases in the 20th Century: The Impact of Vaccines – WSJ.com. Wall Street Journal. http://graphics.wsj.com/infectious-diseases-and-vaccines/. Published 2015. Accessed January 14, 2018.

8. CDC. Pertussis | Whooping Cough | Surveillance | Cases by Year | CDC. Pertussis (Whooping Cough). https://www.cdc.gov/pertussis/surv-reporting/cases-by-year.html. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

9. Gerber JS, Offit PA, Offit PA. Vaccines and Autism: A Tale of Shifting Hypotheses. Clin Infect Dis. 2009;48(4):456-461. doi:10.1086/596476.

10. Baylor NW, Egan W, Richman P. Aluminum salts in vaccines–US perspective. Vaccine. 2002;20 Suppl 3:S18-23.

11. Agency for Toxic Substances and Disease Registry (ATSDR). Toxicological profile for Aluminum. U.S. Department of Health and Human Services, Public Health Service. https://www.atsdr.cdc.gov/ToxProfiles/TP.asp?id=191&tid=34. Published 2008. Accessed January 9, 2018.

12. Exley C. Human exposure to aluminium. Environ Sci Process Impacts. 2013;15(10):1807-1816. doi:10.1039/C3EM00374D.

13. Agency for Toxic Substances & Disease Registry. Public Health Statement: Aluminum. Toxic Substances Portal. https://www.atsdr.cdc.gov/phs/phs.asp?id=1076&tid=34. Published 2008. Accessed January 14, 2018.

14. Mitkus RJ, King DB, Hess MA, Forshee RA, Walderhaug MO. Updated aluminum pharmacokinetics following infant exposures through diet and vaccination. Vaccine. 2011;29(51):9538-9543. doi:10.1016/j.vaccine.2011.09.124.

15. Heck HD, Casanova – Schmitz M, Dodd PB, Schachter EN, Witek TJ, Tosun T. Formaldehyde Concentrations in the Blood of Humans and Fischer-344 Rats Exposed to Under Controlled Conditions. Am Ind Hyg Assoc J. 1985;46(1):1-3. doi:10.1080/15298668591394275.

16. Mitkus RJ, Hess MA, Schwartz SL. Pharmacokinetic modeling as an approach to assessing the safety of residual formaldehyde in infant vaccines. Vaccine. 2013;31(25):2738-2743. doi:10.1016/j.vaccine.2013.03.071.

17. The College of Physicians of Philadelphia. Human Cell Strains in Vaccine Development. History of Vaccines. https://www.historyofvaccines.org/content/articles/human-cell-strains-vaccine-development. Published 2018. Accessed January 10, 2018.

18. Islamic Organization for Medical Sciences. The Judicially Prohibited and Impure Substances in Foodstuff and Drugs. Islam Organ Med Sci. 1995. http://www.immunize.org/talking-about-vaccines/porcine.pdf. Accessed January 10, 2018.

19. A J Wakefield, S H Murch, A Anthony, J Linnell, D M Casson, M Malik, M Berelowitz APD, M A Thomson, P Harvey, A Valentine, S E Davies JAW-S. Ileal-lymphoid-nodular hyperplasia, non-specific  colitis, and pervasive developmental disorder in children. Lancet. 1998;351(9103). http://briandeer.com/mmr/lancet-paper.htm.

20. Taylor LE, Swerdfeger AL, Eslick GD. Vaccines are not associated with autism: An evidence-based meta-analysis of case-control and cohort studies. Vaccine. 2014;32(29):3623-3629. doi:10.1016/J.VACCINE.2014.04.085.

21. Gadad BS, Li W, Yazdani U, et al. Administration of thimerosal-containing vaccines to infant rhesus macaques does not result in autism-like behavior or neuropathology. doi:10.1073/pnas.1500968112.

22. Hurie MB, Saari TN, Davis JP. Impact of the Joint Statement by the American Academy of Pediatrics/US Public Health Service on Thimerosal in Vaccines on Hospital Infant Hepatitis B Vaccination Practices. Pediatrics. 2001;107(4):755-758. doi:10.1542/peds.107.4.755.

23. Schonberger LB, Bregman DJ, Sullivan-Bolyai JZ, et al. Guillain-Barre syndrome following vaccination in the National Influenza Immunization Program, United States, 1976–1977. Am J Epidemiol. 1979;110(2):105-123.

24. Baxter R, Lewis N, Bakshi N, Vellozzi C, Klein NP. Recurrent Guillain-Barre Syndrome Following Vaccination. Clin Infect Dis. 2012;54(6):800-804. doi:10.1093/cid/cir960.

25. Baxter R, Bakshi N, Fireman B, et al. Lack of Association of Guillain-Barre Syndrome With Vaccinations. Clin Infect Dis. 2013;57(2):197-204. doi:10.1093/cid/cit222.

26. Lasky T, Terracciano GJ, Magder L, et al. The Guillain–Barré Syndrome and the 1992–1993 and 1993–1994 Influenza Vaccines. N Engl J Med. 1998;339(25):1797-1802. doi:10.1056/NEJM199812173392501.

27. Offit PA, Hackett CJ. Addressing parents’ concerns: do vaccines cause allergic or autoimmune diseases? Pediatrics. 2003;111(3):653-659.

28. Wraith DC, Goldman M, Lambert P-H. Vaccination and autoimmune disease: what is the evidence? Lancet (London, England). 2003;362(9396):1659-1666. doi:10.1016/S0140-6736(03)14802-7.

29. Smith MJ, Woods CR. On-time Vaccine Receipt in the First Year Does Not Adversely Affect Neuropsychological Outcomes. Pediatrics. 2010;125(6):1134-1141. doi:10.1542/peds.2009-2489.

30. Offit PA, Quarles J, Gerber MA, et al. Addressing Parents’ Concerns: Do Multiple Vaccines Overwhelm or Weaken the Infant’s Immune System? Pediatrics. 2002;109(1).

31. Duff Wilson. Merck to Pay $950 Million Over Vioxx – The New York Times. New York Times. http://www.nytimes.com/2011/11/23/business/merck-agrees-to-pay-950-million-in-vioxx-case.html?_r=1&ref=vioxxdrug. Published 2011. Accessed January 13, 2018.

32. US Department of Justice. #09-038: Eli Lilly and Company Agrees to Pay $1.415 Billion to Resolve Allegations of Off-label Promotion of Zyprexa (2009-01-15). https://www.justice.gov/archive/opa/pr/2009/January/09-civ-038.html. Published 2009. Accessed January 13, 2018.

33. World Health Organization 9WHO). Vaccine Market. WHO. http://www.who.int/immunization/programmes_systems/procurement/market/individual_vaccine/en/. Published 2015. Accessed January 13, 2018.

34. Greenwood B. The contribution of vaccination to global health: past, present and future. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 2014;6(19):369. doi:10.1098/rstb.2013.0433.

Sık Rastlanan Aşı Karşıtı İddialar -2: Aşıların içeriği ve hazırlanma süreçleri

$
0
0

Aşı karşıtlarının sıklıkla öne sürdüğü iddiaları tek tek ele aldığımız ve kaynakları ile incelediğimiz bu yazı dizimize yazı aşıların içeriği ve hazırlanma süreçleri ile ilgili iddiaları kapsayan ikinci bölüm ile devam ediyoruz.  (Aşıların lüzüm ve etkinliğine ilişkin iddiaları incelediğimiz ilk bölümü okumak için tıklayın.)

 

2. Aşıların içeriği ve hazırlanma sürecine ilişkin iddialar

Aşı karşıtı sitelerin yandaş toplamak için kullandığı taktiklerin bir diğeri aşıların içinde yer alan muhtelif ismi korkutucu veya tiksinç maddeyi sıralamak, bu şekilde anna babaları korkutmak geliyor. Bilim okur yazarlığının çok yaygın olmadığı, kimyasal isimlerin insanlarda korku uyandırdığı günümüz ortamında bu taktik belki de anne babaları aşılardan soğutan en önemli taktiklerden biri. Peki aşıların içeriğinin dehşet verici olduğunu düşünmek için yeterli sebep var mi?

Cıva

İlk rutin aşılama programlarının geliştiği 20. yy başlarında çoğu aşı büyük bir ampul içinde üretiliyor, kullanan doktorlar ampulü bir kez açtıktan sonra dolapta muhafaza ediyor ve gelen hastalara aynı ampuldeki aşıyı küçük dozlar halinde veriyorlardı. Ancak her tür özene rağmen bazen bu ampuller dolapta beklerken içinde muhtelif bakteriler ürüyor ve aşılanan kişilerde ciddi hatta ölümcül enfeksiyonlara neden olabiliyordu. 1930’larda bu problemi çözmek için aşılara içlerinde bakteri üremesini engelleyen ve dayanıklılıklarını artıran bir cıva tuzu, thimerosal eklenmeye başladı.

Patlayıcı bir metal olan sodyum (Na) ile zehirli bir gaz olan Klor (Cl) birleşerek hepimizin yakından bildiği softa tuzunu (NaCl) oluştur. Kimyasal tepkime sonucu ortaya çıkan NaCl kendisini oluştuan elementlerden bambaşka özelliklere sahiptir: ne sodyum gibi patlayıcı, ne klor gibi zehirlidir.

Kimya bilgilerimizi hatırlayalım: Elementler bileşik oluşturmak için farklı elementlerle elektron alışverişi yaparlar. Ortaya çıkan molekül kendisini oluşturan elementlerin özelliklerini kaybederek yeni özellikler taşıyan yeni bir bileşiktir. Örneğin her gün kullandığımız sofra tuzu, Na (Sodyum) ve Cl (Klor) elementlerinden oluşur.  Sodyum (aşağıdaki videoda da görebileceğiniz gibi) oldukça yanıcı patlayıcı bir metal, klor da oldukça zehirli bir gazdır. Ancak bu ikisi birleştiğinde ortaya çıkan NaCl (sodyumklorür) ya da nam-ı diğer sofra tuzu ne yanar, ne patlar ne de zehirli bir gazdır. Aksine hayat için en önemli ve ihtiyacımız olan moleküllerden biridir.

 

Benzer şekilde, cıva element olarak belirli dozlarda insan fizyolojisi için zehirli olmasına rağmen cıva tuzları cıvadan farklı özellikler gösterirler, bazıları zehirli bazıları ise aynı sofra tuzu gibi zehirsizdir. Thimerosal bir etil-cıva bileşeni olup suda eriyebilir özelliğe sahiptir ve vücuda girse de birikmeden kısa zamanda atılır. Binlerce çocuk üzerine yapılan analizler sonrası Thimerosal maddesinin herhangi bir yan etki yaratmadığı kanıtlanmış olsa da bugün aşı karşıtı lobi tarafından yaratılan baskı ve korku edebiyatı sayesinde bugün grip hariç diğer aşılardan zaten çıkarılmış durumda. Grip aşısının da daha az etkin olan ama thimerosalsiz bir versiyonu da mevcut.

Thimerosal, bir etil-cıva bileşeni olup, metil-cıva’nın aksine kan-beyin bariyerini geçmez, vücutta birikmez ve alındıktan kısa zaman sonra atılır.

Bugün, emzirme çağındaki bebekler anne sütüyle her gün tek bir doz grip aşısından 15 kat fazla cıva almalarına rağmen aşılardaki Thimerosal’i çıkarmış olmamızın en büyük ceremesini de gelişmekte olan ve fakir ülkeler çekiyor. Zira bozulmaya dayanıklı tek büyük ampulde paketlenen aşılar yerine artık bakteri üreme tehlikesi barındırmayan ampullere bölünmüş, dolayısıyla da daha pahalıya mal olan aşılar kullanmak zorunda kalıyoruz. Aşı karşıtlarının iddiaları sonrasında bu iddiaları sınamak için yapılan ve thimerosal maddesinin güvenliğini onaylayan pek çok makale mevcut.9

Alüminyum

Alüminyum tuzları aşılara adjuvan olarak ekleniyor. Adjuvan maddeler, daha az aktif antijen kullanarak daha yüksek bağışıklık cevabı oluşturmak için kullanılan maddeler. Çocuklara verilen aşıların içindeki antijenlerin dozunu düşük tutmak için kullanılan bu alüminyum tuzları aynı thimerosal gibi 1930’larda aşılara eklenmeye başlamış.10 Alüminyum’un yüksek dozlarda muhtelif toksik etkileri olduğu yolunda kanıtlar olduğu doğru, ancak aşılarla alınan alüminyum miktarı bu etkileri oluşturacak dozun çok çok altında. Paraselsus’un meşhur sözünü anımsayalım: “Zehiri zehir yapan dozudur.” 11

Alüminyum, dünyada en çok bulunan metal ve yerkabuğunda en çok bulunan elementler arasında da üçüncü sırada. Bu nedenle de soluduğumuz havadan içtiğimiz suya kadar pek çok yerde ve hatta pek çok besin maddesinde her gün kayda değer miktarda alüminyum vücudumuza giriyor.12 Aldığımız alüminyumun kısa bir süre sonra çoğunluğu dışkı, kalan az bir miktarı da böbrekler aracılığı ile vücuttan atılıyor. Ancak böbrek yetmezliği gibi sağlık sorunu olan kişilerde veya çok çok yüksek miktarda alüminyuma maruz kalan insanlarda toksik etkiler görülüyor.

Aşılarla alınan düşük miktarlardaki alüminyumun insan sağlığına negatif bir etkisi tespit edilmiş değil.Zaten aşılar olmasa da hepimiz günde ortalama 7-9 mg alüminyumu besinlerimizle, havadan ve içme suyundan alıyoruz.13  Hava kirliliği olan yerlerde havadan aldığımız alüminyum miktarı daha da artıyor, alüminyum endüstriyel dumanlardan araba egzoz gazlarına, hatta sigara dumanına kadar her yerde mevcut.

Anne sütüyle beslenen bir bebek, doğumdan altı aylık oluncaya dek anne sütünden ortalama 10 mg alüminyum alıyor. Eğer anne sütü değil formula ile besleniyorsa bu miktar 40mg’a kadar çıkabiliyor. Oysa aynı süre içinde aşılar yoluyla vücuduna giren alüminyum sadece 4 mg. Kaldı ki yapılan çalışmalar ve normal kişilerden alınan doku analizleri bu miktardaki bir alüminyum alımının herhangi bir toksik etkisi olmadığını göstermiş durumda.14 Element tablosundaki elementleri teker teker zehir olarak algılamak yerine, fizyolojimize zehirli etki etmesinde en önemli noktanın molekül yapısı ve dozaj olduğunu tekrar hatırlamamız gerekli.

Bebeklerin anne sütünden aldıkları alümünyum, aşılarla aldığından çok daha fazla.

Formaldehit

Aşı karşıtı söylemlerde karşımıza çıkan ve kulağa korkutucu gelen bir başka madde de formaldehit. Formaldehit aşıların üretimi sırasında kullanılıyor ve ana fonksiyonu aşı üretiminde kullanılan virüsleri ve bakteriyel toksinleri etkisiz hale getirmek. Üretim sonrasında kullanılan formaldehitin çoğu aşılardan temizlense de çok az bir miktarı aşıların içinde kalıyor.

Formaldehit kelimesini duyunca hemen akıllara morgda geçen filmler, kavanozda yüzen organ parçaları geldiği için aşılarda formaldehit bulunduğunu duyan anne babaların endişelenmesi normal. Ancak pek çok kişinin bilmediği bir şey var ki o da formaldehitin aslında DNA ve protein sentezi sırasında çıkan bir yan ürün olduğu ve tüm canlı hücrelerinde zaten sentezlendiği.15 2 aylık bir bebeğin kanında, kendi vücudu tarafından sentezlenen formaldehit miktarı (1.1 mg), herhangi bir aşının içindekinden (ortalama 0.1 mg) çok çok fazla. Bir armut yediğimizde ise bir doz aşının içinde bulunan formaldehitten 50 kat daha fazlasını alıyoruz.

Vücudumuz her gün aşılarla aldığımızdan çok daha fazla miktarda formaldehit üretiyor veya besinlerle dışarından alıyor.

Yapılan çalışmalar, aşıların içindeki formaldehit miktarının sağlık açısından bir endişe yaratmayacak miktarda olduğunda hemfikir.16

Fetal doku / kürtaj materyali

Aşıların içeriği ile ilgili bir başka korku tüccarı malzemesi de aşıların kürtaj ile alınmış ölü fetüs dokularından imal edildiği söylentisini yaymak. Duyan kişilerin dehşete düşerek iğrenmesine neden olan bu iddia tamamen insanların duyguları ile oynayıp onları refleks olarak şartlandırma amaçlı kullanılmakta.

Bazı aşılar geliştirilirken 1960’ların başında iki adet düşük materyali/ fetüs hücresinden alınan hücre kültürleri ile üretime başladıkları doğru ancak, 1960’tan beri yeni bir fetüs veya düşük materyali aşı üretiminde kullanılmış değil. Bu iki fetal doku örneği de tıbbi nedenlerle düşük/kürtaj yapan kadınlardan kürtajı takiben alınan izin sonucu kullanılmış, aşı üretimi için hamilelik sonlandırılması gibi bir olay söz konusu olmamış. Düşük materyali çöpe gideceğine içindeki kök hücreleri kültür ortamında üretilmiş ve bu eski aşıların geliştirilmesinde kullanılmışlar. 1960’tan beri hücre kültürlerini laboratuvarda ürettiğimiz için aşı konusundaki çalışmalar artık taze fetal dokularda değil hazır hücre kültürlerinde yapılıyor.17 Hatta pek çok aşı hemen tüm biyoloji laboratuvarlarında kullanılan ve kökeni fetal olmayan HeLa hücre serisinde üretiliyor. Hatırlatmamız gerekiyor ki, hazır hücre kültürlerinin de kökeni insan dokusu. Günümüzde geliştirilen birçok tıbbi tedavinin, takdir edersiniz ki, önce fetal ya da yetişkin kökeni olan insan hücre kültürlerinde güvenliğinin test edilmesi gerekiyor.

Domuz jelatini

Jelatin, kimi aşılarda stabilizasyon sağlamak için eklenen bir madde ve aşıların içindeki aktif maddelerin üretim, taşıma ve depolama sırasında bozulmamasını sağlamaya yarıyor. Bu jelatin genelde domuz dokularından üretildiği için özellikle dini sebeplerle aşılanmaya soğuk bakan aileler oldukça fazla sayıda.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, domuz jelatini her aşıda yok, sadece belirli aşılarda var. Seneler içinde kimi aşıların içeriği değişebildiği için içinde jelatin olup olmadığını anlamak için aşının prospektüsüne bakmak gerekir. Bu konuda ciddi itiraz ve çekincesi olan aileler için bazı jelatin içeren aşıların yerine aynı haslığa yönelik jelatin içermeyen alternatif aşılar bulmak mümkün.

İlaveten, bu kullanılan jelatinin çok fazla işlemden geçmiş olduğunu ve domuza ait spesifik hücrelerden tamamen arındırıldığını da belirtmek gerekli. Öyle ki çoğu jelatin içeren aşıda yapılan DNA analizinde domuz DNA’sı bile bulunamıyor. Ayrıca bilimsel değil dini bir çekince olduğu için bu konuda din otoriterlerinin ne söylediğine de bakmakta yarar var. Muhtelif dini kuruluşlar ve din bilginleri bu denli işlemden geçirilmiş bir maddenin artık domuz özelliklerini kaybettiği kanısında ve aşılama konusunda dini bir çekince olmadığını belirtmekte.

1995 yılında Mısır’da yüzden fazla katılımcı ile gerçekleşen Dünya İslami Tıp Bilimleri Örgütü (ISOM) toplantısında, katılımcı ülkelerin dini temsilcileri ortak bir bildiri ile aşılarda ve ilaçlarda kullanılan domuz jelatinin ileri derece transformasyona uğrayarak domuzluk özelliğini kaybettiğini, ve din açısından bu jelatini içeren aşıları yaptırmanın sakıncalı olmadığı konusunda karar birliğine vararak ortak bir bildiriye imza attılar. 18

Dünya İslami Tıp Bilimleri Örgütü (ISOM) katılımcı ülke temsilcilerinin “aşılarda ve ilaçlarda kullanılan domuz jelatinin ileri derece transformasyona uğrayarak domuzluk özelliğini kaybettiğini, ve din açısından bu jelatini içeren aşıları yaptırmanın sakıncalı olmadığı konusunda karar birliği” vararak 1995 yılında imzaladıkları  ortak bildiri. Bildirinin tam metni kaynakçada mevcut.

 

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde aşıların yan etkilerine ilişkin endişeleri inceleyeceğiz. 

**Bu makale, ilk olarak Toplum ve Hekim dergisinde (Cilt 33, Sayı 3, Mayıs-Haziran 2018, sayfa 195-206) yayınlanmıştır.

 

Kaynakça:

1. McNeil DJ. Measles Deaths Fall to a Record Low Worldwide – The New York Times. New York Times. https://www.nytimes.com/2017/12/26/health/measles-deaths-vaccination.html?_r=1. Published 2017. Accessed January 9, 2018.

2. Arıcan I. Aşılar ve Komplo Teorileri – Bölüm 2: Dr. Andrew Wakefield ve Aşı Karşıtı Hareket. Yalansavar. https://yalansavar.org/2011/11/17/asilar-ve-komplo-teorileri-bolum-2-dr-andrew-wakefield-ve-asi-karsiti-hareket Published 2011.

3. Van Panhuis WG, Grefenstette J, Jung SY, et al. Contagious Diseases in the United States from 1888 to the Present. N Engl J Med. 2013;11(28):369. doi:10.1056/NEJMms1215400.

4. National Center for Immunization and Respiratory Diseases. Vaccines: What Would Happen If We Stopped Vaccinations. https://www.cdc.gov/vaccines/vac-gen/whatifstop.htm. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

5. WHO. Measles Fact Sheet. WHO. 2017. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs286/en/. Accessed January 14, 2018.

6. Center for Disease Control (CDC). Ten Great Public Health Achievements – United States, 1900-1999. MMWR Morb Mortal Wkly Rep. 1999;48(12). https://www.cdc.gov/mmwr/PDF/wk/mm4812.pdf. Accessed January 15, 2018.

7. DeBold T, Friedman D. Battling Infectious Diseases in the 20th Century: The Impact of Vaccines – WSJ.com. Wall Street Journal. http://graphics.wsj.com/infectious-diseases-and-vaccines/. Published 2015. Accessed January 14, 2018.

8. CDC. Pertussis | Whooping Cough | Surveillance | Cases by Year | CDC. Pertussis (Whooping Cough). https://www.cdc.gov/pertussis/surv-reporting/cases-by-year.html. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

9. Gerber JS, Offit PA, Offit PA. Vaccines and Autism: A Tale of Shifting Hypotheses. Clin Infect Dis. 2009;48(4):456-461. doi:10.1086/596476.

10. Baylor NW, Egan W, Richman P. Aluminum salts in vaccines–US perspective. Vaccine. 2002;20 Suppl 3:S18-23.

11. Agency for Toxic Substances and Disease Registry (ATSDR). Toxicological profile for Aluminum. U.S. Department of Health and Human Services, Public Health Service. https://www.atsdr.cdc.gov/ToxProfiles/TP.asp?id=191&tid=34. Published 2008. Accessed January 9, 2018.

12. Exley C. Human exposure to aluminium. Environ Sci Process Impacts. 2013;15(10):1807-1816. doi:10.1039/C3EM00374D.

13. Agency for Toxic Substances & Disease Registry. Public Health Statement: Aluminum. Toxic Substances Portal. https://www.atsdr.cdc.gov/phs/phs.asp?id=1076&tid=34. Published 2008. Accessed January 14, 2018.

14. Mitkus RJ, King DB, Hess MA, Forshee RA, Walderhaug MO. Updated aluminum pharmacokinetics following infant exposures through diet and vaccination. Vaccine. 2011;29(51):9538-9543. doi:10.1016/j.vaccine.2011.09.124.

15. Heck HD, Casanova – Schmitz M, Dodd PB, Schachter EN, Witek TJ, Tosun T. Formaldehyde Concentrations in the Blood of Humans and Fischer-344 Rats Exposed to Under Controlled Conditions. Am Ind Hyg Assoc J. 1985;46(1):1-3. doi:10.1080/15298668591394275.

16. Mitkus RJ, Hess MA, Schwartz SL. Pharmacokinetic modeling as an approach to assessing the safety of residual formaldehyde in infant vaccines. Vaccine. 2013;31(25):2738-2743. doi:10.1016/j.vaccine.2013.03.071.

17. The College of Physicians of Philadelphia. Human Cell Strains in Vaccine Development. History of Vaccines. https://www.historyofvaccines.org/content/articles/human-cell-strains-vaccine-development. Published 2018. Accessed January 10, 2018.

18. Islamic Organization for Medical Sciences. The Judicially Prohibited and Impure Substances in Foodstuff and Drugs. Islam Organ Med Sci. 1995. http://www.immunize.org/talking-about-vaccines/porcine.pdf. Accessed January 10, 2018.

19. A J Wakefield, S H Murch, A Anthony, J Linnell, D M Casson, M Malik, M Berelowitz APD, M A Thomson, P Harvey, A Valentine, S E Davies JAW-S. Ileal-lymphoid-nodular hyperplasia, non-specific  colitis, and pervasive developmental disorder in children. Lancet. 1998;351(9103). http://briandeer.com/mmr/lancet-paper.htm.

20. Taylor LE, Swerdfeger AL, Eslick GD. Vaccines are not associated with autism: An evidence-based meta-analysis of case-control and cohort studies. Vaccine. 2014;32(29):3623-3629. doi:10.1016/J.VACCINE.2014.04.085.

21. Gadad BS, Li W, Yazdani U, et al. Administration of thimerosal-containing vaccines to infant rhesus macaques does not result in autism-like behavior or neuropathology. doi:10.1073/pnas.1500968112.

22. Hurie MB, Saari TN, Davis JP. Impact of the Joint Statement by the American Academy of Pediatrics/US Public Health Service on Thimerosal in Vaccines on Hospital Infant Hepatitis B Vaccination Practices. Pediatrics. 2001;107(4):755-758. doi:10.1542/peds.107.4.755.

23. Schonberger LB, Bregman DJ, Sullivan-Bolyai JZ, et al. Guillain-Barre syndrome following vaccination in the National Influenza Immunization Program, United States, 1976–1977. Am J Epidemiol. 1979;110(2):105-123.

24. Baxter R, Lewis N, Bakshi N, Vellozzi C, Klein NP. Recurrent Guillain-Barre Syndrome Following Vaccination. Clin Infect Dis. 2012;54(6):800-804. doi:10.1093/cid/cir960.

25. Baxter R, Bakshi N, Fireman B, et al. Lack of Association of Guillain-Barre Syndrome With Vaccinations. Clin Infect Dis. 2013;57(2):197-204. doi:10.1093/cid/cit222.

26. Lasky T, Terracciano GJ, Magder L, et al. The Guillain–Barré Syndrome and the 1992–1993 and 1993–1994 Influenza Vaccines. N Engl J Med. 1998;339(25):1797-1802. doi:10.1056/NEJM199812173392501.

27. Offit PA, Hackett CJ. Addressing parents’ concerns: do vaccines cause allergic or autoimmune diseases? Pediatrics. 2003;111(3):653-659.

28. Wraith DC, Goldman M, Lambert P-H. Vaccination and autoimmune disease: what is the evidence? Lancet (London, England). 2003;362(9396):1659-1666. doi:10.1016/S0140-6736(03)14802-7.

29. Smith MJ, Woods CR. On-time Vaccine Receipt in the First Year Does Not Adversely Affect Neuropsychological Outcomes. Pediatrics. 2010;125(6):1134-1141. doi:10.1542/peds.2009-2489.

30. Offit PA, Quarles J, Gerber MA, et al. Addressing Parents’ Concerns: Do Multiple Vaccines Overwhelm or Weaken the Infant’s Immune System? Pediatrics. 2002;109(1).

31. Duff Wilson. Merck to Pay $950 Million Over Vioxx – The New York Times. New York Times. http://www.nytimes.com/2011/11/23/business/merck-agrees-to-pay-950-million-in-vioxx-case.html?_r=1&ref=vioxxdrug. Published 2011. Accessed January 13, 2018.

32. US Department of Justice. #09-038: Eli Lilly and Company Agrees to Pay $1.415 Billion to Resolve Allegations of Off-label Promotion of Zyprexa (2009-01-15). https://www.justice.gov/archive/opa/pr/2009/January/09-civ-038.html. Published 2009. Accessed January 13, 2018.

33. World Health Organization 9WHO). Vaccine Market. WHO. http://www.who.int/immunization/programmes_systems/procurement/market/individual_vaccine/en/. Published 2015. Accessed January 13, 2018.

34. Greenwood B. The contribution of vaccination to global health: past, present and future. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 2014;6(19):369. doi:10.1098/rstb.2013.0433.

Sık Rastlanan Aşı Karşıtı İddialar-3: Aşıların yan etkileri ile ilgili endişeler ve komplo teorileri

$
0
0

Aşı karşıtlarının sıklıkla öne sürdüğü iddiaları tek tek ele aldığımız ve kaynakları ile incelediğimiz bu yazı dizimize yazı aşıların içeriği ve hazırlanma süreçleri ile ilgili iddiaları kapsayan ikinci bölüm ile devam ediyoruz.  (Aşıların lüzüm ve etkinliğine ilişkin iddiaları incelediğimiz ilk bölümü okumak için buraya, aşı içeriği ile ilgili iddiaları içeren ikinci bölüm için de buraya tıklayın.)

 

3. Aşıların yan etkileri ile ilgili endişeler

Elbette aşılar da her ilaç gibi az da olsa istenmeyen yan etkilere neden olabilirler. Gene her ilaç gibi kullanma kararı kişiye ve topluma sağlayacağı fayda ve vereceği zarar gözetilerek karar verilmeli.


Aşıların en sık yan etkileri aşı bölgesinde ağrı, kızarıklık, şişme, bağ ağrısı, kas ve eklem ağrısıdır. Nadiren de olsa aşı içindeki veya üretim sürecinde kullanılan maddelere (örneğin yumurta) hassasiyeti olan kişilerde alerji yapabilirler. Bu nedenle her aşının doktor gözetiminde yapılması önemli.


Aşılar sonucu ortaya çıkan yan etkiler, tüm dünya ülkelerinde muhtemel düzenleyici kuruluşlar ve halk sağlığı birimleri tarafından takip edilmekte ve Dünya Sağlık Örgütü çatısı altında görev yapan Uluslararası Tıp Bilimleri Organizayonları Konsülü ( Council for International Organizations of Medical Sciences -CIOMS) bünyesindeki Aktif Aşı Güvenlik İzlem Birimi tarafından takip edilmektedir. Türkiye’de de, Sağlık Bakanlığı bünyesinde yer alan Aşı Sonrasi İstenmeyen Etkiler (ASİE) bildirim sistemi, aşılar sonrası ortaya çıkan veya çıktığı düşünülen vakaların rapor edilmesi ve CIOMS’a bildirilmesi görevini üstlenmiştir.20


Ancak aşı karşıtı sitelerde sıklıkla bu tip takip edilen ve titizlikle incelenen yan etkiler listesinde olmayan, asılsız veya abartılmış yan etkilere de yer verildiğini görüyoruz.

Otizm

Aşılarla ilgili komplo teorilerinin başında aşıların otizme neden olduğu söylencesi geliyor. Bu konuda daha önce defalarca yazılıp çizilmesine rağmen en sık rastlanan iddialardan biri olduğu için kısaca değinmekte yarar var.

Aşıların otizm yaptığı iddiası 1998 yılında meşhur tıp dergisi Lancet’te yayınlanan Dr. Andrew Wakefield’in MMR aşıları ile otizm arasında bir bağlantı gördüğünü iddia eden bir makale yayınlaması ile başlıyor. Wakefield, makalesinde MMR aşısı olan 12 çocukta aşılar sonrası barsak patolojileri gördüğünü ve bu çocuklarda otizm geliştiğini iddia etmişti.21 Bu iddiayı takiben ortaya çıkan toplumsal hezeyan ve panik sonucu önce İngiltere, sonra da tüm gelişmiş ülkelerde MMR aşılanma oranları düştü. Bu sırada makale ve eşlik eden kilinik çalışmada etik pek çok sorun (Wakefield’in bu makaleyi yazması için muhtelif kuruluş ve hukuk derneklerinden aldığı yüklü paraları beyan etmemiş olması, çocukları tehdit ile korkutarak zorla kan aldığının ortaya çıkması, bu makaleyi yayınlarken kendi icadı olan bir başka MMR aşısına gizlice patent almaya çalışıyor olduğunu gizlemesi vs.)  olduğunun anlaşılması üzerine The Lancet makaleyi yayından geri çekti.  Aynı zamanda da makalenin 13 yazarından 10 tanesi de makalede bahsedilen bulguların asılsız olduğunu söyleyerek makale yazarlığından çekildiklerini açıkladılar. 2010 yılında yürütülen bu çalışmadaki ciddi etik sorunların tıp ahlakı ile bağdaşmaması gerekçesiyle Wakefield’in doktorluk lisansı iptal edildi.9

Makale geri çekilmiş, Wakefield’in kendi çıkarları için topluma korku salıp milyonlarca çocuğun sağlığı ile oynamış olması nedeniyle doktorluk mesleğinden men edilmiş olmasına rağmen aşıların otizm yaptığı yolundaki asılsız inanış kulaktan kulağa yayılmaya devam ediyor.

Bu olayların başlangıcından bu yana geçen 20 yıl boyunca değişik ülkelerden pekçok farklı biliminsanları muhtelif çalışmalarda otizm ile aşıların bir ilgisi olup olmadığını irdelediler. Wakefield’in 12 çocuk ile yazdığı makale ile öne sürdüğü iddialar, sayısı milyonları bulan çocuğu içeren yüzlerce çalışma ile tekrar tekrar incelendi. Bu bağımsız çalışmaların hiçbiri, aşılar ile otizm arasında bir ilinti gösteremedi.9,22 Hatta ironik bir şekilde SafeMinds isimli ünlü bir aşı karşıtı grup tarafından finanse edilen ve aşılardaki thimerosal maddesinin otizm nedeni olduğunu göstermeye yönelik çalışmada bile aşıların otizme neden olmadığı kanıtlandı.23

Stanley Plotkin, Jeffrey S. Gerber, Paul A. Offit, Vaccines and Autism: A Tale of Shifting Hypotheses, Clinical Infectious Diseases, Volume 48, Issue 4, 15 February 2009, Pages 456–461, https://doi.org/10.1086/596476

 

Aşılarda bulunan thimerosal’in otizm yaptığı iddiasının da asılsız bir iddia olduğunu benzer klinik deney ve gözlemlerle yazılan makaleler sayesinde bugün biliyoruz.24 Thimerosal ile ilgili diğer endişelere daha yazının başındaki aşı içeriği ile ilgili kaygılar bölümünde de yer vermiştim.

Guillain Barre Sendromu ve diğer otoimmun hastalıklar

Aşı karşıtları tarafından sıklıkla olası bir aşı komplikasyonu olarak öne sürülen bir başka durum da akut enfeksiyonlar sonrası tetiklenen otoimmun nörolojik bir hastalık olan Guillain-Barre Sendromu (GBS). GBS, genelde geçirilmiş bir viral enfeksiyonun ardından ortaya çıkan ve 100.000 kişide 1-2 oranında görülen bir hastalık.

Aşıların GBS yaptığı iddiası 1976’da ABD’de bir domuz gribi salgını sonrasında yapılan aşılama çalışması sonucunda gözlenen Guillain-Barre vakalarına dayanıyor. Salgından hemen sonra yapılan analizler ve yapılan çalışmalar, bu dönemde aşılanan kişilerde GBS görülme riskinin yüksek olabileceği yolunda iken, zamanla yapılan detaylı çalışmalarda 1976 salgını sırasında da,  günümüzde yapılan aşılamalardan sonra da  GBS görülme sıklığında aşılanmayan kişilere göre herhangi bir farklılık gözlenmediği saptanmış durumda25–28

Benzer şekilde, aşılama sonrası görülen diğer otoimmun hastalıklarda da aşı karşıtı lobinin iddiasının aksine herhangi bir artış saptanmış değil.29,30

“El kadar çocuğa o kadar aşı mı yapılır?”

Bir başka aşı güvenliğini sorgulayan iddia, mevcut aşı takviminin çok agresif olduğu, çocuklara çok kısa zamanda çok fazla aşı yapıldığı ve bu aşıların birikerek çocuklara zararı olacağı yönünde. Oysa literatür bunun tam aksini gösteriyor: aşılarını tam olan çocukların sağlık göstergeleri olmayanlara göre çok daha iyi.31

1900’lerin başında çocuklara tek yapılan aşı çiçek aşısı iken yıllar geçtikçe yeni aşıların geliştirilmesi sonucu rutin aşılama takvimine giren çocukluk aşıları gittikçe artıyor. Son yıllarda ilk iki yaş sırasında çocuklara yapılan aşı sayısı 20’ye yaklaşmış durumda. Bu da zaten çocuklarının vücuduna muhtelif maddeler zerk edilmesinden tedirginlik duyan anne babaların daha da endişelenmesine yol açıyor.  O nedenle bu endişenin yersiz olduğunu anne babalara detaylı açıklamak önemli.

Bebekler herhangi bir bağışıklık yetmezliği yapan hastalıktan muzdarip olmadıkları takdirde doğumdan itibaren oldukça iyi çalışan bir bağışıklık sistemine sahiptirler. Bebek ve küçük çocuklar her gün oynarken, emeklerken yemek yerken veya herhangi bir şeyi ağızlarına götürürken her gün 2000-6000 arası yeni antjenle tanışırlar. Bu antijen sayısı, çocuklara tüm aşılama takvimi boyunca verilen 150 kadar antijenin çok çok üzerindedir. O nedenle aşılarla vücuda çok sayıda antijen verilmesine endişelenmeye gerek yok. Aşılardaki antijen miktarı günde 6000 yeni antijenle tanışmaya alışkın çocukların bağışıklık sistemini yormaz ve fazla gelmez.32

İlaveten, aşılar geliştikçe ve aşı üretiminde son teknoloji kullanıldıkça zaten içlerindeki antijen miktarı azalmaktadır. Bugün, aşı takvimi çerçevesinde uygulanan 20 kadar aşının içindeki antijen miktarı, 1960’larda uygulanan 5 aşılık takvimdeki antijen miktarının onda birinden az.32

Offit PA, Quarles J, Gerber MA, et al. Addressing Parents’ Concerns: Do Multiple Vaccines Overwhelm or Weaken the Infant’s Immune System? Pediatrics. 2002;109(1).

4. Komplo teorileri

“Bu aşılar hep soyumuzu kurutmak için.”

Aşıların kısırlığa (infertilite) neden olduğu iddiası oldukça eski ve daha çok Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden kaynaklanan bir iddia. Temelleri herhangi bir tıbbi mekanizmadan çok komplo teorisine dayalı bu iddia çoğunlukla aşı üreten firmaların batı (sıklıkla Avrupa ve Amerika) kökenli olduğundan yola çıkarak, aşıların aslında Müslüman ya da Afrika ülkelerindeki nüfus artışını engelleme amaçlı kullanıldığını iddia ediyor. Bu iddia sahiplerinin bu konuda herhangi bir kanıtları olmadığı gibi, aşıların kısırlık gibi bir yan etki yaptığına ilişkin herhangi bir bilimsel çalışma ve yayın da yok. Ağızdan ağıza dolaşan bir şehir efsanesi olan bu iddia, sıklıkla aynı aşıların bu aşıları geliştiren ülkelerde de rutin aşılama takviminde olduğu gerçeğini görmezden geliyor. 

“Aşılar ilaç firmalarının yalanları, doktorlar da zaten satılık!”

Aşı karşıtı çoğu platformda, öne sürdükleri diğer iddiaların ardında iddiaları destekleyecek yeterli kanıt olmadığı için bu komplo teorisinin sıklıkla öne çıktığını görüyoruz.  Bu iddiaya göre “aşılar ilaç firmalarının para kazanması için hazırlanmış bir düzmece. Aşıları savunan doktorlardan ülkelerin halk sağlığı birimlerine dek herkes ilaç firmalarının adamı rüşvet alıyor. Aşıların güvenli ve hatta faydalı olduğunu savunan bütün doktorlar sabah akşam ‘daha çok bebek ölse ve sakat kalsa da daha zengin olsam.’ diye ellerini ovuşturuyor, hepsi psikopat, katil. İlaç firmaları bu görüşe karşı çıkan doktorlara yüksek meblağlarda sus payı öderken, bu görüşü destekleyenleri de ihya ediyorlar…

Aşı karşıtlarının iddiasına gore aşıların güvenli ve hatta faydalı olduğunu savunan bütün doktorlar sabah akşam “daha çok bebek ölse ve sakat kalsa da daha zengin olsam.” diye ellerini ovuşturuyor, hepsi psikopat, katil.

Komplo teorileri ile uğraşmak zor. Zira komplo iddiacıları, hiçbir kanıt olmadan bu tip ithamları ortaya sürdükten sonra kanıt göstermeleri istendiğinde pişkin bir şekilde ellerinde kanıt olmadığını, zira ilaç endüstrisinin (Big Farma), devletin vs bu kanıtları hep örtbas ettiğini iddia edip için içinden sıyrılabiliyor. Hiçbir kanıt yükümlülüğü olmayan kişilerce uydurulmuş bu iddiaların asılsız olduğunu kanıtlamak da bize düşüyor çoğunlukla. Bu komplo iddiasını, bahsedilen komplonun ne kadar olası olduğunu sorgulatarak yanıtlamak en akla yakın yaklaşım sanırım.

Öncelikle söylemekte fayda var, elbette ilaç firmalarının zaman zaman etik olmayan işler yaptıklarını, bazı araştırmaları hasır altına ettiği hepimizin bildiği bir gerçek.  Zaman zaman haberlere konu olan bu olaylar eninde sonunda ya firma içinde çalışan biri ya da bu konuda araştırma yapan etik değeri yüksek, idealist biri tarafından ortaya çıkarılıyor.33 Bazen de bağımsız bir kuruluş yaptığı teyit deneylerinde firma tarafından iddia edilen sonuçları bulmadığını açıklıyor, böylece ilaç firmalarının foyası ortaya çıkıyor.34 Ancak bu tip olaylar olması ilaç firmaları tarafından satılan her ürünün etkisiz ya da zararlı olduğunu düşünmemizi gerektirmez.

Elbette, dev bir sektöre ait olan ilaç firmaları, aşılarda da diğer tüm ilaçlara göre daha az da olsa bir kar elde ediyorlar. Ancak bundan kazanç sağlıyor olmaları tek başına aşıların arkasında dev bir komplo olduğunu kanıtlamaya yetecek bir veri değil. Kaldı ki diğer ilaçların aksine aşı maliyetleri ve pazarı Dünya Sağlık Örgütü (WHO)  ve devletler tarafından oldukça sıkı bir şekilde denetleniyor.35 Ayrıca belirtmek gerekir ki aşi geliştirmek ilaç sektörünün tekelinde de değil. Bugün dünyada bir çok akademik ve bağımsız laboratuvar, belirli hastalıklar için aşı geliştirmek için uğraşıyor. Üstelik bu çalışmaları Küba’dan Amerika’ya ve Çin’e, geniş bir sosyo-politik yelpazedeki coğrafyada görmek mümkün.

Bu komplo iddiasını inanılır bulanlara, üzerinde düşünülmesi gereken ilave sorular yöneltmek gerekli:

  • Çocuklar aşılanmak yerine bu bulaşıcı hastalıkları geçirseler tedavilerinde kullanılacak muhtelif semptomatik ilaçlar, anti-viral, antibiyotik vb ilaçlarından ilaç firmaları çok daha fazla kar etmez miydi?
  • Aşıların güvenli ve etkili olduğunu tekrar tekrar gösteren, dünyanın sayısız ülkesinde yapılmış milyonlarca çocuğu içeren yüzlerce çalışma var. Bu çalışmaların hepsinin sonucu düzmece olabilir mi? Eğer öyleyse bunu sağlamak için kaç ülkede kaç kişiye ne kadar rüşvet dağıtmak gerekir? İlaç firmaları ekonomik olarak ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, bu kadar çok kişiye sus payı verebilmeleri matematiksel ve finansal olarak mümkün müdür?
  • Dünyadaki muhtelif bilim merkezlerinin, tıp otoritelerinin, üniversite ve araştırma laboratuvarlarının, sayısız ülkedeki halk sağlığı bölümünde çalışan tüm personelin, milyonlarca hekimin, hastane çalışanlarının, araştırma görevlilerinin, akademisyenlerin, halk sağlığını iyileştirmek için kurulmuş Bill Gates Foundation ya da Sınır Tanımayan Doktorlar gibi kuruluşların tamamının bu komplonun içinde olması mümkün müdür? Sayıları milyonları bulan bu kadar insan, zararlı olduğunu bile bile kendi çocuklarının sağlığını hiçe sayıp aşıları savunup önermesi akla yakın geliyor mu? Bu kişilerin tamamına rüşvet verip susturmak için kaç para gerekir? Hatta herkesi bırakın dünyanın en zengin insanı olan Bill Gates’i susturmak için ne kadarlık rüşvet gerekir?
  • Diyelim ki bu rüşvetler verildi, bu insanlar arasında bir tane vicdanı temiz ya da sadece ünlü olmak isteyen insan yok mudur ki bu foyayı belgeleri ile ortaya çıkarsın?
  • Eğer bu insanların hepsinin parayla satın alındığını ve bu yüzden sessiz kaldığını düşünüyorsanız, siz kaç paraya böyle bir bilgiyi öğrendikten sonra susardınız? Eğer dünyadaki hiçbir meblağ bu komployu öğrendikten sonra sizi susturamaz diye düşünüyorsanız kendisi de birer anne baba olan milyonlarca sağlık çalışanının sizden daha az erdemli olduğunu nasıl varsayabiliyorsunuz?

İnsan doğası gereği çoğumuz, kendimizi önce bir şeye inandırıyor, sonra inancımızı teyit eden verileri dikkate alıyor, aksini gösteren verileri görmezden geliyoruz. Aşı karşıtı komplolarına bir kez kendini inandıran ebeveynlerde de sıklıkla bu kısır döngüyü gözlemliyoruz. Bu durumda ebeveynlere yukarıdaki sorular yöneltmek biraz olsun kendilerini inandırdıkları şeyi sorgulamalarına vesile olabilir.

Sonsöz

Aşılar modern tıbbın bize sunduğu en önemli araçlardan biri.36 Onlar sayesinde çocuklarımızın daha uzun, sakatlıklardan uzak şekilde daha mutlu ve sağlıklı yaşaması mümkün. Ancak aşı karşıtı hareketin yükselmesi ile çocuklarımızı önlenebilir hastalıkların pençesine geri kaptırma riski ile karşı karşıyayız. Her anne baba elbette çocuğunun sağlıklı olmasını istiyor, ona en iyi şekilde bakmaya çalışıyor. Bu tip sorumsuz ve desteksiz söylemler, ebeveynlerin içindeki korku hislerini harekete geçirerek onların bu asılsız iddialara ve komplo teorilerine inanmalarına neden oluyor.

Etrafımızı saran aşı karşıtı bu bilgi kirliliğiyle savaşmanın yolu aklı karışan anne babalara sabır ve anlayışla işin doğrusunu anlatmaktan geçiyor. İşte bu nedenle toplum ve çocuk sağlığı ile profesyonel olarak ilgilenen hekimlerden, sorumluluk sahibi anne babalara dek hepimizin bu iddialara aşina olması ve iddiaların aslının ne olduğunu az çok bilmesi önemli.

Bir çocuk felci hastasının günümüz ebeveynlerine mesajı: “Bu gördüğünüz Çocuk Felci. AŞILANIN!”

 

**Bu makale, ilk olarak Toplum ve Hekim dergisinde (Cilt 33, Sayı 3, Mayıs-Haziran 2018, sayfa 195-206) yayınlanmıştır.

** Bu yazı dizisinin tamamını pdf olarak buradan indirebilirsiniz.

 

Kaynakça:

1. McNeil DJ. Measles Deaths Fall to a Record Low Worldwide – The New York Times. New York Times. https://www.nytimes.com/2017/12/26/health/measles-deaths-vaccination.html?_r=1. Published 2017. Accessed January 9, 2018.

2. Arıcan I. Aşılar ve Komplo Teorileri – Bölüm 2: Dr. Andrew Wakefield ve Aşı Karşıtı Hareket. Yalansavar. https://yalansavar.org/2011/11/17/asilar-ve-komplo-teorileri-bolum-2-dr-andrew-wakefield-ve-asi-karsiti-hareket Published 2011.

3. Van Panhuis WG, Grefenstette J, Jung SY, et al. Contagious Diseases in the United States from 1888 to the Present. N Engl J Med. 2013;11(28):369. doi:10.1056/NEJMms1215400.

4. National Center for Immunization and Respiratory Diseases. Vaccines: What Would Happen If We Stopped Vaccinations. https://www.cdc.gov/vaccines/vac-gen/whatifstop.htm. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

5. WHO. Measles Fact Sheet. WHO. 2017. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs286/en/. Accessed January 14, 2018.

6. Center for Disease Control (CDC). Ten Great Public Health Achievements – United States, 1900-1999. MMWR Morb Mortal Wkly Rep. 1999;48(12). https://www.cdc.gov/mmwr/PDF/wk/mm4812.pdf. Accessed January 15, 2018.

7. DeBold T, Friedman D. Battling Infectious Diseases in the 20th Century: The Impact of Vaccines – WSJ.com. Wall Street Journal. http://graphics.wsj.com/infectious-diseases-and-vaccines/. Published 2015. Accessed January 14, 2018.

8. CDC. Pertussis | Whooping Cough | Surveillance | Cases by Year | CDC. Pertussis (Whooping Cough). https://www.cdc.gov/pertussis/surv-reporting/cases-by-year.html. Published 2017. Accessed January 15, 2018.

9. Gerber JS, Offit PA, Offit PA. Vaccines and Autism: A Tale of Shifting Hypotheses. Clin Infect Dis. 2009;48(4):456-461. doi:10.1086/596476.

10. Baylor NW, Egan W, Richman P. Aluminum salts in vaccines–US perspective. Vaccine. 2002;20 Suppl 3:S18-23.

11. Agency for Toxic Substances and Disease Registry (ATSDR). Toxicological profile for Aluminum. U.S. Department of Health and Human Services, Public Health Service. https://www.atsdr.cdc.gov/ToxProfiles/TP.asp?id=191&tid=34. Published 2008. Accessed January 9, 2018.

12. Exley C. Human exposure to aluminium. Environ Sci Process Impacts. 2013;15(10):1807-1816. doi:10.1039/C3EM00374D.

13. Agency for Toxic Substances & Disease Registry. Public Health Statement: Aluminum. Toxic Substances Portal. https://www.atsdr.cdc.gov/phs/phs.asp?id=1076&tid=34. Published 2008. Accessed January 14, 2018.

14. Mitkus RJ, King DB, Hess MA, Forshee RA, Walderhaug MO. Updated aluminum pharmacokinetics following infant exposures through diet and vaccination. Vaccine. 2011;29(51):9538-9543. doi:10.1016/j.vaccine.2011.09.124.

15. Heck HD, Casanova – Schmitz M, Dodd PB, Schachter EN, Witek TJ, Tosun T. Formaldehyde Concentrations in the Blood of Humans and Fischer-344 Rats Exposed to Under Controlled Conditions. Am Ind Hyg Assoc J. 1985;46(1):1-3. doi:10.1080/15298668591394275.

16. Mitkus RJ, Hess MA, Schwartz SL. Pharmacokinetic modeling as an approach to assessing the safety of residual formaldehyde in infant vaccines. Vaccine. 2013;31(25):2738-2743. doi:10.1016/j.vaccine.2013.03.071.

17. The College of Physicians of Philadelphia. Human Cell Strains in Vaccine Development. History of Vaccines. https://www.historyofvaccines.org/content/articles/human-cell-strains-vaccine-development. Published 2018. Accessed January 10, 2018.

18. Islamic Organization for Medical Sciences. The Judicially Prohibited and Impure Substances in Foodstuff and Drugs. Islam Organ Med Sci. 1995. http://www.immunize.org/talking-about-vaccines/porcine.pdf. Accessed January 10, 2018.

19. A J Wakefield, S H Murch, A Anthony, J Linnell, D M Casson, M Malik, M Berelowitz APD, M A Thomson, P Harvey, A Valentine, S E Davies JAW-S. Ileal-lymphoid-nodular hyperplasia, non-specific  colitis, and pervasive developmental disorder in children. Lancet. 1998;351(9103). http://briandeer.com/mmr/lancet-paper.htm.

20. Taylor LE, Swerdfeger AL, Eslick GD. Vaccines are not associated with autism: An evidence-based meta-analysis of case-control and cohort studies. Vaccine. 2014;32(29):3623-3629. doi:10.1016/J.VACCINE.2014.04.085.

21. Gadad BS, Li W, Yazdani U, et al. Administration of thimerosal-containing vaccines to infant rhesus macaques does not result in autism-like behavior or neuropathology. doi:10.1073/pnas.1500968112.

22. Hurie MB, Saari TN, Davis JP. Impact of the Joint Statement by the American Academy of Pediatrics/US Public Health Service on Thimerosal in Vaccines on Hospital Infant Hepatitis B Vaccination Practices. Pediatrics. 2001;107(4):755-758. doi:10.1542/peds.107.4.755.

23. Schonberger LB, Bregman DJ, Sullivan-Bolyai JZ, et al. Guillain-Barre syndrome following vaccination in the National Influenza Immunization Program, United States, 1976–1977. Am J Epidemiol. 1979;110(2):105-123.

24. Baxter R, Lewis N, Bakshi N, Vellozzi C, Klein NP. Recurrent Guillain-Barre Syndrome Following Vaccination. Clin Infect Dis. 2012;54(6):800-804. doi:10.1093/cid/cir960.

25. Baxter R, Bakshi N, Fireman B, et al. Lack of Association of Guillain-Barre Syndrome With Vaccinations. Clin Infect Dis. 2013;57(2):197-204. doi:10.1093/cid/cit222.

26. Lasky T, Terracciano GJ, Magder L, et al. The Guillain–Barré Syndrome and the 1992–1993 and 1993–1994 Influenza Vaccines. N Engl J Med. 1998;339(25):1797-1802. doi:10.1056/NEJM199812173392501.

27. Offit PA, Hackett CJ. Addressing parents’ concerns: do vaccines cause allergic or autoimmune diseases? Pediatrics. 2003;111(3):653-659.

28. Wraith DC, Goldman M, Lambert P-H. Vaccination and autoimmune disease: what is the evidence? Lancet (London, England). 2003;362(9396):1659-1666. doi:10.1016/S0140-6736(03)14802-7.

29. Smith MJ, Woods CR. On-time Vaccine Receipt in the First Year Does Not Adversely Affect Neuropsychological Outcomes. Pediatrics. 2010;125(6):1134-1141. doi:10.1542/peds.2009-2489.

30. Offit PA, Quarles J, Gerber MA, et al. Addressing Parents’ Concerns: Do Multiple Vaccines Overwhelm or Weaken the Infant’s Immune System? Pediatrics. 2002;109(1).

31. Duff Wilson. Merck to Pay $950 Million Over Vioxx – The New York Times. New York Times. http://www.nytimes.com/2011/11/23/business/merck-agrees-to-pay-950-million-in-vioxx-case.html?_r=1&ref=vioxxdrug. Published 2011. Accessed January 13, 2018.

32. US Department of Justice. #09-038: Eli Lilly and Company Agrees to Pay $1.415 Billion to Resolve Allegations of Off-label Promotion of Zyprexa (2009-01-15). https://www.justice.gov/archive/opa/pr/2009/January/09-civ-038.html. Published 2009. Accessed January 13, 2018.

33. World Health Organization 9WHO). Vaccine Market. WHO. http://www.who.int/immunization/programmes_systems/procurement/market/individual_vaccine/en/. Published 2015. Accessed January 13, 2018.

34. Greenwood B. The contribution of vaccination to global health: past, present and future. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 2014;6(19):369. doi:10.1098/rstb.2013.0433.

 

HAARP

$
0
0

26 Eylül 2019 tarihinde Marmara’da 5.8 şiddetinde bir deprem yaşadık. Büyük bir hasar olmadı, ama milyonlarca İstanbullu haklı olarak korktu. Jeolog ve sismologlar, ne olduğunu ve ne olabileceğini anlattılar. Öte yandan, can korkusu ve belirsizliğin hakim olduğu zamanlarda hep olduğu gibi, sahtekârlıklar, batıl inançlar, paranoyalar ve komplo teorileri de ortalıkta dolaşmaya başladı.

Bu uydurma teorilerden biri, depremin HAARP denen bir ABD (bazılarına göre İsrail) silahıyla uzaktan tetiklenmiş olduğuydu.

fatihtezcanhaarp
HAARP’ın gerçekte ne olduğunu merak edenler ne yazık ki güvenilir Türkçe kaynak bulamıyorlar. Türkçe olarak karşınıza çıkan açıklamaların çoğu mesnetsiz, bilim dışı, olmayacak iddialar içeren, komplo teorisyenlerinin başka komplo teorisyenlerinin kitaplarından kopyaladığı yazılar (Çağrı Mert Bakırcı’nın incelemesi istisnai bir nitelikli örnek oluşturuyor). Hoş, İngilizce kaynaklar da çok farklı değil. Enseyi karartmayın, ailenizin Yalansavarı yanınızda! Bu yazıda, HAARP’ın ne olduğunu, ne yapabildiğini ve ne yapamadığını inceleyeceğiz.

Önce şunu anlayalım: HAARP diye bir şey var mı, varsa neye yarıyor?

HAARP nedir?

HAARP tesisinin havadan görünümü (Kaynak: ABD Hava Kuvvetleri)

HAARP, ABD’nin Alaska eyaletinde kurulu bir bir bilimsel araştırma tesisinin adı. Halen Alaska Üniversitesi-Fairbanks’in Jeofizik Enstitüsü’ne bağlı sivil bir proje. Basit bir arama ile tesisin ayrıntılı uydu görüntülerine ulaşabiliyorsunuz. Tesisin çalışmalarını özetleyen ve neler yapıldığını anlatan resmi bir web sitesi mevcut. Facebook ve Twitter hesapları bile var.

HAARP’ın açılımı High-frequency Active Auroral Research Program. Buradaki “auroral” kelimesi hem kutup ışıklarını, hem de onların oluştuğu bölgeyi tarif ediyor. Manyetik kutbun çevresinde yer alan bu özel bölgede Dünya’nın manyetik alanının çizgileri dikeye çok yakın. Uzaydan gelip, manyetik alan çizgilerini takip ederek atmosfere çarpan atom ve elektronlar bu bölgede (ve güneydeki mukabil noktada) kutup ışıklarını oluştururlar. Aynı manyetik alan çizgileri, manyetosfer ve güneş rüzgarı plazmalarının etkilerini yeryüzüne taşıdığı için, uzay fiziği deneyleri genellikle manyetik kutba yakın yerlerde yapılır. HAARP’ın Alaska’da kurulmasının nedeni bu.

aurora_bolgesi

Kuzey kutup ışıkları bölgesi (Wikimedia commons. Türkçeleştirme: Tuğsan Topçuoğlu)

HAARP neyi inceler, nasıl çalışır?

HAARP, Dünya’nın atmosferinin en üst kısmı olan iyonosferi inceleme amacıyla kurulmuş bir deney tesisi. İyonosfer, yeryüzünden 60-80 km yükseklikten başlayıp, 500 km yüksekliğe kadar uzanabilen bir katmandır. Güneşin UV ve X ışınları ile kozmik ışınlar bu katmandaki atomların bazılarını iyonlaştırır, yani elektronları atomlardan koparır. Serbest kalan pozitif ve negatif elektrik yükleri, iyonosferi çok iyi bir iletken haline getirir. Dünya’nın çevresindeki manyetik ve elektrik alanların değişimleri, güneş fırtınaları gibi etmenler iyonosferde değişikliklere sebep olabilir. Yine bu iletkenliği sebebiyle, radyo dalgalarını bir ayna gibi yansıtabilir.

iyonosfer

İyonosfer şeması. Dünyaya göre kalınlık abartılmıştır. (NOAA. Türkçeleştirme: Tuğsan Topçuoğlu)

İyonosferin incelenmesi birkaç bakımdan önemli. Birincisi, şiddetli güneş fırtınalarının iyonosferde elektrik akımları yaratarak yeryüzündeki iletim hatları, petrol ve gaz boru hatları gibi uzun metal yapılarda arızalar yaratması. İkinci bir sebep, iyonosferin atmosfer ve manyetosfer arasındaki bağlantıyı sağlıyor olması. Dünya ve çevresindeki uzayın fiziğinin tam bir resminin çıkarılabilmesi için iyonosferin iyi anlaşılması gerekiyor.

Daha pratik nedenler de var. İyonosfer, iletkenliği sebebiyle, ELF ve VLF bandındaki radyo dalgalarının yansıyıp geri döndüğü bir ayna gibi davranır (ama belli bir frekansın üstündeki dalgaların geçişini engellemez). Bu özelliği sebebiyle, normalde ufuk çizgisi altında kaldıkları için birbirini göremeyen bölgeler arasında bile AM radyo iletişimi sağlanabilir. Ancak iyonosfer sabit bir küre değil. Atmosfer durumuna, güneş ışığına, sıcaklığa ve başka etkenlere bağlı olarak yukarı çıkar, aşağı iner, bölgesel şartlara göre yerel değişkenlikler gösterir. Bu değişimleri takip etmek ve anlamak, iletişim gibi pratik ihtiyaçlar için önemli.

İyonosferi doğrudan incelemek pek kolay değil, çünkü hem meteoroloji balonlarının çıkamayacağı kadar yüksek ve seyreltik, hem de uyduların inemeyeceği kadar alçak ve yoğun. İyonosfer araştırmaları genellikle yer gözlem istasyonlarında, elektrik ve manyetik alan alıcılarının sinyallerini yorumlamaya dayanıyor. Ama uzaydaki akımlar, güneş rüzgarı değişimleri, yıldırımlar ve daha bir çok şey iyonosferin dinamiğini etkiliyor. Bu karmaşanın içinden farklı etkileri ayrıştırmak zor. İyonosfere kontrollü bir fiske vurup ardından oluşan değişimleri analiz ederek fiziksel süreçleri ayrıştırmak nispeten daha kolay.

HAARP tam da bu amaçla tasarlanmış bir araştırma programı. Tesiste bulunan 130 dönüm arazide kurulu yüksek güçlü radyo verici dizisi (IRI), iyonosfere yüksek frekanslı radyo dalgaları gönderiyor. Bu dalgalar iyonosferde bulunan serbest elektronları ısıtarak, doğal olarak gerçekleşen küçük dalgalanmaların benzerini yaratıyor. Bu dalgalanmaların yarattığı küçük elektrik ve manyetik etkiler hassas araçlarla ölçülüyor. Bu çalışmalar pek çok bilimsel yayında kullanıldı.

HAARP bu yöntemi kullanan ne tek ne de ilk proje. Örneğin Norveç’de bulunan EISCAT, Porto Rico’daki Arecibo, Rusya’daki Sura tesisleri yine aynı amaçla, HAARP’dan daha önce kurulmuş tesislerdir. Arecibo hariç hepsi manyetik kutba yakın ıssız bölgelere yerleştirilmiş. Bunun sebebi, manyetik kutup bölgelerinden geçen manyetik alan çizgilerinin, “Van Allen kuşağı” denen nispeten yoğun parçacıklı uzay bölgesine ulaşıyor olması. Böylelikle bu bölgede iyonosfere yapılan bir etkinin uzaydaki manyetik alan çizgileri boyunca ilerlerken nasıl sonuçlar doğurduğu da incelenebiliyor (örneğin, Gołkowski vd. 2008)

Bu yöntemle iyonosferi ısıtmanın çevresel etkileri olup olmadığını merak edebilirsiniz. HAARP tam kapasiteyle çalıştığında 3,6 MW güçte radyo dalgası gönderebiliyor. Bu enerji bizim teknolojik ölçeğimizde büyük sayılabilir ama Dünya ölçeğinde çok önemsiz kalıyor. Karşılaştırma olarak, Güneş’ten gelen ışımanın HAARP tesisiyle aynı genişlikteki (130 dönüm) bir alana düşen gücü 100 MW’dan fazladır.

Kaldı ki iyonosfer çok büyük hacimli, sürekli karışan, kendisini termal dengede tutan dinamik bir sistemdir. Gönderilen bir ışının ısıtma etkisi birkaç dakika içinde dağılarak ortadan kalkar.

HAARP ve ABD ordusu ilişkisi

HAARP bugün bir sivil araştırma kurumuna bağlı olsa da, kurulduğu 1993’den 2014 yılına kadar ABD Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri tarafından yönetilmişti. Ama bu, HAARP’ın bir silah olduğunu göstermiyor. ABD ordusu, uyduların güvenliğini sağlamak için manyetosfer ve iyonosfer fiziği çalışmalarına eskiden beri bütçe ve insan gücü ayıragelmiştir.

HAARP’ın kuruluş nedenleri arasında askeri amaçların da bulunduğu şüphesiz. Açıklanmış belgeler içinde iki temel amaç görülebiliyor: Birincisi, iyonosferde yaratılan ELF dalgalarının yeryüzünün her yerine dağılabilme yeteneğini kullanarak iletişim kurmak. ELF dalgaları deniz suyuna nüfuz edebilme özelliğine sahip olduğu için denizaltılara mesaj göndermek mümkün olabiliyor. ELF dalgalarının bilgi taşıma kapasitesi çok düşük olduğu için bu mesajlar çok kısa olmak zorunda tabii.

İkinci amaç uzay güvenliği ile ilgili. Van Allen kuşağında biriken yüksek hızlı elektronlar, o bölgedeki uyduların elektronik devrelerini bozabiliyorlar. HAARP’ın iyonosferi ısıtması ile elde edilen ELF ve VLF dalgaları, manyetik alan çizgilerini “silkeleyerek” o bölgede hapsolmuş elektronların temizlenmesini sağlar.

Bu amaçlara ne kadar ulaşıldığı meçhul; ama sadece yirmi yıl içinde programın bütçesinin kesilip, tesisi sivil bir kuruma devretmelerine bakarak, askeri açıdan çok önemli sonuçlar elde edemediklerini tahmin edebiliriz.

Özetle HAARP, iyonosfer tabakasını deneysel bir yaklaşımla incelemek için kurulmuş radyo verici sistemlerinden biri. Askeri yatırımla kurulup büyütüldükten sonra sivil bir kurum olan Alaska Üniversitesi – Fairbanks’e devredilmiş. Askeri açıdan ne kadar fayda sağladığı bilinmese de, temel bilim araştırmaları için çok değerli veriler sağlamış.

Nasıl oldu bilinmez, birçok benzeri bulunan bir araştırma tesisi, birçok uçuk komplo teorisinin odağına yerleştirildi. Şimdi bunlara bir göz atalım.

HAARP ile yapay deprem yapılabilir mi?

1999 Gölcük depremi sonrasında HAARP teorileri ortaya atılmıştı. 2010’daki Haiti depreminin de ABD’nin işi olduğu Venezuela devlet televizyonunda iddia edilmişti. Birçok büyük depremden sonra, o depremin bir “tektonik silah denemesi” olduğunu iddia edenler çıkar, aşağıdaki 2012 tarihli OdaTV manşeti gibi. (Söylemeye gerek yok, ABD’de HAARP hakkında haber yapılması yasak filan değil.)

odatv2012

Bu iddialar yeryüzündeki süreçlerin gücünü küçümseyip, insan teknolojisinin gücünü çok abartan güçlü muhayyilelerin ürünü. Yerkabuğunu oluşturan plakalar, onları iten olağanüstü kuvvetlerin etkisi altında itişip sürtüşürken birbirlerine takılırlar. Aşırı zorlandıklarında da kırılarak koparlar. Bunun oluşturduğu sarsıntıya deprem deriz. Fay hatlarındaki kırılmalar genellikle yerin kilometrelerce derinlerinde olur.

HAARP’ın bütün enerjisini bir noktaya odaklasanız, bir çakıl taşını bile yerinden kıpırdatamazsınız. Kilometrelerce derinde, inanılmaz şiddetteki kuvvetlerle birbirine dayanmış yerkabuğu parçalarını oynatmak ise hepten imkansız. Bunu yapabilecek teknoloji ve enerji dünyada mevcut değil; çok uzun zaman boyunca da olmayacak. Bir şekilde bunun mümkün olduğunu hayal etsek bile, Marmara’daki gibi karmaşık ve birbirini zincirleme etkileyecek bir fay sisteminde istenilen yerde istenilen şiddette bir deprem oluşturmak imkansız olurdu.

HAARP ile hava durumu yönetilebilir mi?

HAARP çevresinde üretilen komplo teorilerinin önemli bir kısmı, bu tesisin/yöntemin bir iklim silahı, bir “geoengineering” yöntemi olduğunu iddia ediyor. Kanadalı komplo teorisyeni, emekli ekonomi profesörü Michel Chossudovsky (https://www.wikizero.com/en/Michel_Chossudovsky) 1999’da “yeni bilimsel delillerin gösterdiğine göre HAARP’ın tamamen işlevsel ve sel baskınları, kasırgalar, kuraklıklar ve depremleri tetikleme yeterliliğine sahip” olduğunu öne sürdü. Aralarında Nick Begich Jr.’ın bulunduğu başka komplo teorisyenleri de aynı savları abartarak tekrarladılar. Bu iddialara göre, başka felaketlerin yanı sıra, Sandy, Harvey ve Irma kasırgaları ABD hükümetinin emriyle HAARP tarafından yaratıldı. Neden ABD hükümetinin kendi ülkesinde böyle felaketlere yol açtığının tatmin edici bir açıklaması ise mevcut değil.

Harvey kasırgasından sonra Port Arthur şehri.

ABD’nin Teksas eyaletindeki Port Arthur şehrinin 2017 Harvey kasırgasından sonraki hali. (Wikimedia Commons)

Oysa HAARP’ın hava durumunu etkilemesi, birkaç sebepten dolayı mümkün değil. Birincisi, HAARP’ın yaydığı frekanstaki elektromanyetik dalgalar sadece iyonosferde bulunan hareketli elektrik yüklerini etkiler. Hava olaylarını yaratan süreçler ise sadece troposferde vuku bulur. Atmosferin aşağı katmanları olan troposfer ve stratosferdeki moleküller bu frekanslardan etkilenmezler. Troposfer yeryüzünden yaklaşık 10 km yüksekte son bulur; oysa iyonosfer yaklaşık 60-70 km yüksekte başlar.

Bunu göz ardı etsek bile, yukarıda belirttiğim gibi, HAARP’ın en yüksek gücüyle bile ulaşabileceği ısıtma etkisi, aynı alana düşen Güneş enerjisinin ısıtması yanında devede kulak kalır. Üstelik ısı enerjisi en düzensiz ve en yönetilemez enerji türüdür. Alaska’da yerden 100 km yüksekte ısıttığınız bir noktadan, binlerce kilometre ötede bir kasırga yaratabileceğiniz bir mekanizma mevcut değil. Bir kasırganın gücünün kabaca 6×1014 Watt (600 mega-megawatt) olduğu hesaplanıyor; HAARP’ın milyonlarca katı yani.

Kaldı ki bu kasırgalar bilinen iklim süreçleriyle açıklanabilen, düzenli olgular. Hiç beklenmedik, açıklanamayan felaketler olsalardı belki, farklı bir açıklama aramak makul olurdu. Ama ne oluşumlarında, ne de dimaniklerinde hiç bir sürpriz yok.

Dahası, atmosfer “kaotik” bir sistemdir. Bu matematiksel terimin anlamı, tahmin edilebilirlik ufkunun çok kısa olmasıdır. İyonosfere uygulanan çok küçük (Dünya ölçeğinde küçük) bir ısıtmanın hava olaylarına bir etki yapacağını kabul etsek bile, bu etkinin kendini nerede, ne zaman, ne şiddette göstereceğini tahmin etmek mümkün olmaz. Dolayısıyla özel bir bölgede hava durumunu değiştirmek mümkün olmaz.

Bu zorluğu anlamak için bir çivi futbolu tahtası hayal edin ve tek hamleyle bir kaleden öbür kaleye gol atmaya çalıştığınızı düşünün. Ama tahtada yüzlerce çivi çakılmış olsun, çiviler sürekli hareket ediyor ve kale çok küçük.

2009’dan beri Koç Üniversitesi’nin rektörlüğünü yürüten Ümran S. İnan iyonosferde radyo dalgalarının fiziği konusunda dünya çapındaki uzmanlardan biridir ve HAARP tesisindeki deneylere de katılmıştır. İnan, “Bunlar bilgisizce iddialar” diyor. “Dünya’daki hava sistemlerini değiştirebilecek bir şey yapmamız kesinlikle mümkün değil. HAARP’ın gücü çok büyük olsa da, bir tek yıldırımın gücünün yanında çok önemsiz kalır, ve her saniye 50 ila 100 yıldırım çakıyor.”

HAARP bulutları etkiler mi?

HAARP’ın iklimi değiştirdiği, hava durumuna müdahale ettiğini söyleyenlere göre, gökyüzünde paralel hatlar halinde oluşan bulutlar HAARP “silahının” kullanıldığının göstergesi.

haarp_bulut

Oysa bu bulutlarda bir olağanüstülük yok. Bilimsel tasnifte “stratocumulus undulatus” adı verilen bulut tipi bunlar. Doğal olarak oluşuyorlar.

Zaten HAARP’ın yaydığı radyo dalgaları sadece iyonosferle etkileşecek dalga boyuna ayarlanmışlar. Bulutların oluştuğu troposfer tabakasını hiç etkilemiyorlar, o yüzden bulutların biçimini de etkileyemezler.

Komplo teorilerinin tek dozuyla yetinemeyenlerin HAARP ve chemtrails ile kombo yaptıkları da oluyor. Bunlara göre önce uçaklar “chemtrails” sıkarak atmosferin iletkenliğini ayarlıyorlar, ardından HAARP’ın radyo dalgalarıyla “bir şeyler” yapılıyor (her ne yapılıyorsa).

haarp_chemtrail

Oysa önceki bir yazımızda bahsettiğimiz gibi, “chemtrails” adı verilen beyaz izler sadece jet uçaklarının arkalarında bıraktığı su buharının yüksek irtifada soğuktan kristalleşmesinden ibaret. Atmosferin iletkenliğini değiştirmelerinin yolu yok; olsa bile bunun bize herhangi bir etkisi yok.

HAARP ile zihin kontrolü yapılabilir mi?

HAARP ile ilgili belki en uçuk komplo teorisi, yaydığı radyo dalgalarının zihin kontrolü için kullanıldığı iddiası. Bu iddia sadece HAARP için değil, her türlü yapay elektromanyetik kaynak için de dile getiriliyor. Bu bağlamda HAARP bir “psikotronik savaş” silahı gibi de sunuluyor.

Ancak bu zihin kontrolünün mahiyeti belli değil: Genel bir huzursuzluk ve stres yarattığını söyleyen de var, iradeyi yok edip cinayete sevk etmekte kullanıldığını söyleyen de. Bunun hangi fizyolojik mekanizmayla yapıldığı da belirsiz. Net olarak ifade edilmeyen bir iddiayı değerlendirmek zor. Üstelik komplo teorileri o kadar fazla, o kadar çeşitli ve o kadar tutarsız ki, birini çürütünce bir başkasının “hayır o öyle değil böyle çalışıyor” demesi de mümkün. Yine de bu riski göze alarak, Nicholas Jones isimli birisinin birçok web sitesinde kopyalanan iddialarını temel alacağım.

Bu versiyona göre Dünya’nın bir “doğal beyin ritmi” var. Bu ritim genellikle “Schumann rezonansı” denen bir olgunun frekansıyla ilişkilendiriliyor. Schumann rezonansı bir jeofizik terimi; atmosferde yıldırımlar vb. etkenlerle oluşan elektromanyetik dalgaların özel bir durumunu betimliyor. ELF bandındaki (3 Hz – 60 Hz) bu dalgalar, bir müzik aletinin içinde rezonansa giren ses dalgaları gibi, Dünya’nın çevresinde bir rezonans oluştururlar. Bunda olağanüstü, mistik bir durum yok. Schumann rezonansları sabit değil; iyonosferin özelliklerine göre değişebiliyor. Dünya’nın “doğal frekansı” değil, “beyin ritmi” veya “nabzı” hiç değil.

Schumann rezonansı şeması (Wikimedia Commons)

Beyindeki düşünce süreçlerinin oluşturduğu elektrik akımlarının da bazı dalgalar oluşturduğu uzun zamandır biliniyor ve bunlar EEG cihazıyla ölçülüyor. Dört değişik beyin dalgası var ve bunların frekansları da Schumann rezonanslarıyla aşağı yukarı aynı aralıkta bulunuyor. Bu denk düşme, komplo teorisyenlerini bu iki olgu arasında bağ kurmaya yönlendirmiş: Onlara göre, Schumann rezonanslarının temel seviyesindeki frekans bize huzur verir, ama bu frekansların dışına çıkarsak biyoritmimiz bozulur; depresyon veya şiddet davranışları ortaya çıkar.

Oysa HAARP’ın çalıştığı frekans kilohertz seviyesinde, yani beyin dalgalarıyla ilgisi yok. HAARP’ın iyonosferde yarattığı 3-30 hertz aralığındaki ELF dalgaları kastediliyor olabilir. Ancak iyonosfer dalgalarıyla insan psikolojisi arasında hiçbir bağlantı yok. İki olgu aynı dalga boyunda diye birbirlerinden etkilenmek zorunda değiller. İyonosferdeki elektromanyetik alanların yeryüzündeki etkisi çok küçük, ve beyin süreçlerimizi etkilediğine dair hiçbir delil yok.

Üstelik, EEG ile ölçülen beyin dalgaları, milyonlarca nöronun beraberce yarattığı elektrik sinyallerinin bir ortalaması. Bir stadyumdaki insanların oluşturduğu bir gürültü gibi. Hiç bir şekilde tek tek düşüncelerin okunması veya etkilenmesi mümkün değil.

Laboratuvar deneylerinde de EM alanların davranışımızı etkilediğine dair hiç bir şey gözlenmemiş. Bu deneyler genellikle cep telefonlarında kullanılan çok daha kısa dalga boylarına odaklansa da, ELF bandındaki dalgaların etkisi de bir ölçüde incelenmiş. Ne ELF, ne de telefon şebekesinde kullanılan dalgalara maruz kalmanın davranışa etki ettiğine dair anlamlı bir delil yok. (Cook vd. 2006, Röösli vd. 2010, Curcio 2018).

Düşünce süreçlerinin elektromanyetik alanlarla etkilenmesi fiziken imkansız olan bir şey değil. Örneğin depresyon tedavisinde kullanılan transkraniyal manyetik uyarım işlemi bir beyin müdahalesi sayılabilir, ama HAARP için iddia edilenden çok farklı. Öncelikle bir “zihin kontrolü” yok, düşünce değiştirme yok. İkincisi, uyarımı yapan alanlar yüzlerce kilometre yüksekten gelen zayıf sinyaller değil, kafatasının hemen dışından, özel bir başlıkla uygulanan çok yüksek seviyede manyetik alanlar.

Uzaktan zihin kontrolü temalı komplo teorilerinde genellikle “hedef kişi”lerden bahsedilir. HAARP ile gezegen ölçeğinde bir manipülasyon yapıldığını kabul etsek bile, bireylerin haberleri olmadan hedeflenmesi mümkün değil.

HAARP gizlice taşınabilir mi?

HAARP ile depremlerin tetiklendiğine inananlar, Marmara’daki her farklı geminin taşınabilir bir HAARP silahı olduğunu öne sürüyorlar. Söz gelişi eski Ankara belediye başkanı Melih Gökçek, 2017 İzmir depreminin ardından şu tweetleri yazmıştı:

gokcek

Bu konudaki paranoya o dereceye geldi ki, Silivri depreminden sonra bir petrol platformunun gizli bir deprem silahı olduğu bile iddia edilebildi.

Son karede “HAARP silahı” diye gösterilen geminin HAARP ile hiçbir ilişkisi yok. Bu, “Sea-Based X-Band Radar-1” (SBX-1) adı verilen bir yüzer radar platformu. Boeing tarafından ABD deniz kuvvetleri için füze sistemlerinin yönlendirilmesinde kullanılması amacıyla geliştirilmiş, binlerce kilometre mesafeden çok küçük nesneleri tespit edebilme iddiasında olan bir sistem. Üzerindeki beyaz kürenin içinde gelişkin bir radar anteni var. Birçok radar anteni, dış etkenlerden koruma amacıyla “radom” adı verilen böyle bir kürenin içine yerleştirilir.

SBX-1 platformunda HAARP’ın kullandığı derecede güç üreten jeneratörler mevcut olmakla birlikte, 130 dönüme yayılmış radyo verici antenleri nereye saklamış olabileceğini açıklayamıyoruz. Bu devasa platformun saatte 11 km’lik hareket hızıyla Cebelitarık, Akdeniz ve Çanakkale Boğazı’ndan nasıl farkedilmeden geçebildiğini de açıklayamıyoruz. Daha küçük gemilerde ise bu derecede güç üretme kapasitesi olmayacaktır. Ve tabii, yukarıda aktardığımız gibi, yer kabuğunu bu kadarcık güçle etkilemek zaten mümkün değil.

HAARP Tesla’nın projesi mi?

Sırp asıllı Amerikalı mucit Nikola Tesla (1856-1943) elektrik teknolojisinin gelişimine yaptığı büyük katkılarla bilinir. Özellikle alternatif akım araçları konusunda birçok patent almış, bu patentlerin geliriyle bir servet kazanmıştı. Radyo dalgaları üzerinde uzun zaman çalışmış, 1898’de ilk radyo kontrollü tekneyi yaparak New York’luları şaşırtmıştı. Gösterisini seyredenler teknenin telepatiyle veya içeride saklanmış eğitimli bir maymunla yönlendirildiğini sanmışlardı.

Tesla 1890’lardan itibaren uzun bir zaman radyo dalgalarını kullanarak kablosuz güç aktarma yöntemleri geliştirmek için yoğun bir çaba gösterdi. Hem yatırım alarak, hem de kendi servetini harcayarak uzak mesafelere elektrik gücü aktaracağını düşündüğü pahalı sistemler kurmaya çalıştı, ama sonuçta bu çabaları bir yere varmadı.

Tesla kendi icadı olan bir ampulle uzaktan güç aktarımı deneyi yaparken (1890’ların sonu) (Wikimedia Commons)

Tesla, ömrünün sonuna doğru gitgide garipleşen iddialarda bulunmaya başladı. 1933’de, 77. doğum günü partisinde, Einstein fiziğine tamamen aykırı yeni bir enerji türünü keşfetmeye çok yakın olduğunu duyurdu. 1934’de bütün savaşları bitirecek bir süper silah geliştirdiğini ilan etti. Bu silah “Tesla’nın ölüm ışını” olarak anıldı. O dönemde ayrıntılarını açıklamasa da, 1984’de arşivinde bulunan evraktan bunun küçük saçmaların elektrostatik kuvvetlerle hızlandırılmasına dayalı bir tasarım olduğu anlaşıldı.

1935’de bir gazeteciye anlattığı bir hikayede, geliştirdiği bir mekanik salınıcının yeryüzü boyunca sinyaller gönderebileceğini, küçük bir basınçla bile Empire State binasını yıkabileceğini, hatta 1898’de bu cihazla Aşağı Manhattan’da küçük bir deprem yaratmış olduğunu iddia etti. Kendi ifadesine göre, cebinde taşıdığı bir titreştiriciyle bir gökdelenin metal iskeletini öyle titretmişti ki, bina neredeyse yıkılacak hale gelmişti. Ama bu hikayesini doğrulayan hiç bir kaynak yok.

Tesla kendi reklamını çok iyi yapan bir gösteri ustasıydı. Bu şekilde efsanevi bir hâleye bürünmüş, ve en abartılı iddialarını bile inanılır kılabilmişti. “Ölüm ışını” denen düşünce Tesla’dan önceki elektrik mucitlerinin de hayaliydi, ama şimdiye kadar böyle bir şey gerçekleştirilemedi. Tesla silahını başarıyla inşa edip çalıştırmış olduğunu iddia etmişti ve kullanılması için ABD, İngiltere ve Sırp silahlı kuvvetleriyle temas kurmuştu. Bu orduların hiçbirinin böyle bir silah kullanmadığına bakarak, işe yarayan bir şey olmadığı sonucuna varabiliriz.

Komplo teorisyenleri bunu farklı yorumluyorlar. Tesla’nın icatlarının “örtbas edildiğini” iddia ediyorlar ve HAARP’ın aslında Tesla’nın ölüm ışınının bir çeşidi olduğunu savunuyorlar. Tesla’nın uzaktan enerji aktarma deneylerini “deprem makinesi” hikayeleriyle birleştirerek bir resim çizmeye çalışıyorlar. Ancak, yukarıda açıkladığımız gibi, HAARP’ın yaydığı dalgaların bununla bir ilgisi yok.

Kaldı ki, Tesla’nın icatlarını devletin sır olarak sakladığı düşüncesi mantıklı değil. Tesla bildiğimiz kadarıyla ne uzaylıydı, ne de zaman yolcusu. Nasıl bir özel bilgisi olabilirdi de, yüz yıl önce kendi başına geliştirdiği cihazları bugün herhangi bir becerikli elektrik mühendisi tekrar inşa edemesin?

Teşekkürler

EEG, TMS ve beyin dalgaları konusunda verdiği bilgiler için Dr. Emre Yorgancıoğlu’na, şekillerin Türkçeleştirilmesi için Tuğsan Topçuoğlu’na, eleştirileri için tüm Yalansavar ekibine teşekkür ederim.

Kaynaklar

Koronavirüs Kehanetleri

$
0
0

Birkaç haftadır dünya sıradışı bir salgın hastalık haberi ile çalkalanıyor. Çoğunuzun basından takip ettiği gibi, çıkış noktası Çin’in Wuhan şehri olan ve muhtemelen hayvan kaynaklı bir koronavirus salgını ile karşı karşıyayız. Diğer koronavirüslerden daha hızlı yayılan ve bulaşan, akciğer komplikasyonları nedeniyle ciddi seyreden bu salgın doğal olarak çoğumuzu ürkütüyor, daha temkinli olmaya zorluyor. Ancak bir yandan da bu salgın, televizyona çıkıp asılsız bilgi ve önerilerle popülerlik yakalamaya çalışan fırsatçıların, komplo teorisi yanlılarının ve şarlatanların ekmeğine yağ sürüyor.

Bilgi kirliliği her zaman kötü, ancak insanları korkutup paniğe sürüklemek adına yapılan manipülasyonlar ve kasıtlı yayılan yalanlar herhalde en kötüsü.

Bugün eski bir dostum olan Dr. Serkan Dinar‘ın uyarısı ile koronavirüs ile ilgili bir komplo teorisi ile tanıştım. Serkan sağolsun bana konuyu aktardığında zaten ön araştırmayı yapmıştı. Ancak ilerleyen saatlerde bu düzmece haberin çığ gibi yayılıp aklı başında insanların bile hem cazibesi hem de konunun popülerliği nedeniyle gerekli teyiti yapmadan bu düzmeceyi yaydığını görünce Serkan’ın bana ilettiği bilgileri biraz daha detaylandırıp konuya açıklık getirmek ve bu tip bir iddia ile karşılaşınca nasıl araştırma yapılabileceğini bu örnek üzerinden göstermek şart oldu.

Dean Koontz 1981 tarihli kitabında Wuhan’dan çıkan Koronavirüs salgınını öngördü mü? (Cevap: Hayır).

İnternette ve özellikle twitter’da dolanan bu ve benzeri tivitlere göre yazar Dean Koontz, 1981 yılında yazdığı “The Eyes of Darkness” kitabında göya Wuhan şehrinde ortaya çıkan bu salgını öngörmüş. Herkes bunun müthiş bir tesadüf olduğunu konuşuyor. Ne Koontz’un kahinliği kalmış, ne bu virüsün yapay olduğu…

Gelin birlikte inceleyelim, bu iddia ne kadar doğru…

İlk yapmamız gereken bu görselde yer alan üç resmin gerçekte hangi kaynaklardan alındığını teyit etmek, akabinde içeriklerini incelemek olmalı.

Öncelikle Koontz’un kitabı ile başlayalım:

Dean Koontz, The Eyes of Darkness

Dean Koontz, bu kitabı 1981 yılında yayınlamış. Koontz okurları aşinadır, zaten yazarın tarzı soğuk savaş, biyolojik silahlar ve bunlar çevresinde dönen aksiyon hikayeleridir. Yani böyle bir kitap gerçekten de var, içinde de biyolojik silah amaçlı üretilmiş bir enfeksiyon hastalığından bahsediyor.

Peki, yukarıdaki tivitte bu kitaptan olduğu iddia edilen görseller ne kadar doğru?

Öncelikle, üzerinde kitabın adının da geçtiği ikinci görsele bakalım:

Dean Koontz’un The Eyes of Darkness kitabının 1996 baskısı

Bu görsel, gerçekten de bu kitaptan. Ama durum ilk göründüğünden biraz daha karışık. Örümcek hislerim rahat etmediği için kitabı e-book olarak satın aldım ve biraz araştırdım.

Gerçekten de Koontz bu kitabında Çin’in Wuhan eyaletinde üretilen ve biyolojik bir silah olan Wuhan-400 isimli hastalık etmeninden bahsediyor. Ancak kitapta geçen hastalığın, bu günlerde yaşadığımız hastalıkla benzerliği sadece çıkış noktasından ibaret. Vücut dışında 9 saate kadar yaşayabilen Wuhan koronavirüsünün aksine kitaptaki virüs insan vücudu dışında bir dakikadan uzun yaşayamıyor. Benzer şekilde kuluçka süreleri de farklı. Kitaptaki virüsün kuluçka süresi sadece 4 saat iken koronavirüsünki 14 gün. Yazarın tasvirini kullanacak olursak kitaptaki virüs “beyin sapına göç edip beyin hücrelerini eriten bir toksin salgılayarak” bir nevi ansefalit yapıyor, oysa koronavirüsün solunum sistemini tutup zatürre yaptığını biliyoruz.

Koontz, 1996 baskısı, e-book

Koontz, 1996 baskısı, e-book

Kısacası kitabın bu baskısında geçen kurgu virüsün koronavirüs ile olan tek benzerliği olayın Wuhan’da geçmesi.

Biraz interneti deşince bu konuda da ilginç şeyler bulmak olası. Örneğin Koontz aslında bu kitabın ilk baskısı olan 1981 baskısında, virüsün kökenini Sovyetler Birliği, adını da Gorki-400 olarak yazmış. Aradan 15 sene geçince yapılan yeni baskıda olayın geçtiği yeri Sovyetler Birliği değil Çin olarak değiştirmiş, bu değişikliğe paralel olarak da virüsün adı klasik bir Rus ismi olan Gorki’den Wuhan’a dönmüş. Bu değişikliğin tam nedenini bilmek mümkün değil. Ama yayın yıllarına bakarak 1980’lerde yayınlanan bir biyoteknoloji silahını soğuk savaş yıllarda ABD’nin en büyük düşmanı ve rakibi olan Sovyetler Birliği’nin yaptığını kurgulamış olması, ancak 1996’ya gelince ortada Sovyetler Birliği tehditi kalmadığından ABD için yeni yükselen Çin tehditi uyarınca kitabın odağını Çin olarak değiştirmiş olması olası. Wuhan da Çin’deki belirli başlı teknolojik merkezlerden biri olduğuna göre yazarın Wuhan şehrini seçmiş olması çok da şaşırtıcı değil.

Image

Koontz’un kitabının 1981 baskısında virüsün kaynağı Sovyetler Birliği, adı da Gorki-400.

Koontz’un bu “kehaneti“nin aslını anladıktan sonra gelin bu görseldeki ikinci kitap sayfası resmini inceleyelim:

Aynı tivitteki virüsün 2020 yılında ortaya çıkacağına ilişkin kehanet.

İlk dikkatimizi çeken şey şu olmalı: Aynı kitaptan olduğu iddia edilen bu iki görselin fontları birbirinden farklı. Buradan da bu metnin başka bir kaynaktan alındığı konusunda şüphelenmemiz gerekir.

Şanslıyım ki sevgili dostum Dr. Serkan Dinar bu araştırmayı benden önce yapmış, bana bu görseldeki kitabın ABD’de meşhur olan Sylvia Browne isimli bir kahin/medyumun kitabı olduğu bilgisini vermişti. Bu bilgiyle kısa bir araştırma yapınca (resmi google resimlerinde ara komutu 3 sn civarında sürüyor), bu alıntının Sylvia Brown’un 2008 yılında yayınlanan ve muhtemel kehanetlerinin yer aldığı “End of Days” isimli kitabından olduğunu buldum.

2008 yayın tarihli End of Days kitabı

Bazen Yalansavar olmak elini taşın altına sokmayı gerektiriyor. Yüzde yüz emin olmak için amazon’dan bu kitabı satın aldım ve içine baktım. Evet, gerçekten de Sylvia Browne 2020 yılında dünyada bir salgın olacağı konusunda bir kehanette bulunmuş:

End of Days, sayfa 209, yayın tarihi 2008

Bu sayfalarda görebileceğiniz gibi Browne, salgının köken aldığı yer veya ciddiyeti hakkında hiç bir öngörüde bulunmamış. Tek söylediği bronş ve akciğerleri tutacağı ve tedaviye dirençli olacağı. 2000’li yıllarda art arda yaşadığımız ve gene akciğeri tutan SARS ve kuş gribi salgınları sonrası ileri bir tarihte yeniden akciğerleri tutacak bir salgın olacağını öngörmek için pek de kahin olmaya lüzum yok sanırım.

Kaldı ki Browne, kısmen destekli attığı bu öngörüsü yanına epey desteksiz başka kehanetlerini cesurca eklemiş: 2015’te cerrahi işlemlerin sadece lazerle yapılacağı, körlüğün frontal loba takılan çipler sayesinde tedavi edilir hale geleceği, 2010 yılında kanserin, 2013 ve 2014’te ALS ve MS hastalıklarının tedavisinin bulunacağı ve bu hastalıkların ortadan kalkacağı da kehanetleri arasında. Bunların hiç birinin tutmadığını hepimiz biliyoruz.

2010’da kanser, 2013’te ALS ortadan kalkacakmış….

Browne, 2013 yılında öldüğünde arkasında bolca boş kehanetler bırakan bir medyumdu. Muhtelif iddiaları senelerce pek çok insanın acı çekmesine, kayıp çocukların aranmasının erkenden sonlandırılmasına (hayatta olduğu halde öldüklerini iddia ettiği için) neden oldu. Tam bir umut taciri şarlatan idi.

Örneğin 2002 yılında, 11 yaşında kaybolan Shawn Hornbeck’in ailesine oğullarının hispanik bir adam tarafından kaçırıldığını ve öldürüldüğünü söylemişti. Oysa kaybolan çocuk 2007 yılında canlı bulundu ve kaçıranın da bir beyaz olduğu anlaşıldı. Benzer şekilde 2004 yılında kaçırılan Amanda Berry’nin ailesine de kızlarının öldüğünü söyledi, Amanda’nın annesi 2006 yılında ölürken kızının öldürüldüğüne inanıyordu. Oysa 2013 yılında Amanda canlı bulundu ve kaçıran kişinin de birkaç sokak ötede Amanda’yı yıllarca tutsak ettiği ortaya çıktı.

Sonuçta, bu tip asılsız iddiaları ortaya sürüp şarlatanlıktan para kazanan bir insan için 2020 yılında bir salgın olacak iddiası gayet sıradan bir iddia. Her yıl bir salgın olacağı kehanetinde bulunursanız günün birinde elbette haklı çıkarsınız. Bizim okurlarımız bile eğlence niteliğinde kehanetlerde bulunurken bundan daha iyi tutturuyorlar.

Bu ve benzeri iddiaları araştırmadan yaydığımızda bu şarlatanların ekmeğine yağ sürdüğümüzü hepimizin anımsaması gerekli. İnternette gördüğümüz hayret edici bir haber veya tiviti yaymanın cazibesine karşı durmak zor, attığımız tivite etkileşim almak hoşumuza gidiyor, araştırma yapmak ise zaman istiyor. Çoğu zaman bu tip bilgiler 10 dakika bile sürmeyen google aramaları ile teyit de edilebiliyor, ki bu süre attığımız tivite gelen fav ve RT’lere bakmak için harcayacağımız zamandan çok daha kısa çoğunlukla.

Kendisini eleştirel düşünür olarak niteleyen, sorumluluk sahibi olan herkesin bu konuda yükümlülüğü olması gerektiğini düşünüyorum. Bu tip yanlış bilgilerin yayılmasına karşı yapabileceğimiz birkaç şey var: ya bu tip iddiaları teyit edip öyle paylaşmalı, ya da teyit etmeye zamanımız olmadığında paylaşmayı ertelemeliyiz.

Umuyorum bu yazı benzer iddialarla karşılaştığınızda bunları nasıl irdeleyeceğiniz konusunda sizlere kaynak olur. Bilgi kirliliğine karşı hep birlikte böyle savaşacağız.

Kaynaklar:

  1. Eye of the Darkness, Dean Koontz, 1996 (e-book)
  2. End of Days, Sylvia Browne, 2008
  3. Sylvia Browne, Wikipedia makalesi
  4. ITV wrong over psychic claim, 23 Haziran 2008, Wayback machine
  5. Missing Teens Found; 3 Brothers Arrested, 6 Mayıs 2013, Fox 8

 

Plandemik “Belgeseli”

$
0
0

Son dönemde pek çok yerde karşımıza çıkan Plandemik isimli “belgesel” içindeki iddialar ne kadar doğru?

COVID-19 salgını başlayalı neredeyse beş ay oldu. Tüm tıp ve bilim dünyası daha önce bilmedikleri bir virüsle mücadele etmeye, normalde yıllar içinde biriktirilen klinik deneyim ve veriyi kısacık bir sürede toplamaya çalışadursun, yaşadığımız belirsizlik her geçen gün yeni bir komplo teorisinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bunlara en son ekleneni de muhtelif sosyal medya kanallarında ve özellikle de WhatsApp’da karşınıza çıkmış olan “Plandemik” isimli bir video.

Bu videodan ilk defa Twitter’daki birkaç kullanıcının bana attıkları “Komplo teorilerine pek inanmıyorum ama bu çok mantıklı geldi.” mesajları ile haberdar oldum. Mesajların sayısı artınca oturup videoyu izleme ihtiyacı hissettim ve izleyenlerin neden inanılır bulduğunu anladım. Bu video aslında baştan aşağı komplo teorisi dolu olmasına, hatta kendi kendisi ile çelişmesine rağmen yapımcıları hikaye anlatma tekniklerinin inceliklerini kullanmış ve videoda birbirinden asılsız iddialar sıralayan virolog Judy Mikovits’i hem saygın bir bilim insanı gibi göstermeyi hem de kurban rolüne sokarak izleyenlerden empati toplamayı başarmışlar. Bu nedenle de böylesine viral hale gelip bir o kadar tehlikeli ve yanlış bilgi içeren bu belgesel kisvesindeki propaganda videosunu detaylı irdelemek zorunlu oldu.

Son yıllarda YouTube, Netflix ve benzeri streaming platformlarında “belgesel” türü altında yayınlanan bu ve benzeri pek çok video görüyoruz. Adında belgesel olan her yayının gerçekten bilimsel olduğu ve aktardığı bilgilerin objektif olduğunu sanmak gibi bir refleksimiz var. Ancak streaming tarzı yayınların arttığı ve artık oldukça ucuza pek çok kişinin evinde bile video çekebildiği günümüz teknolojisinde adında belgesel geçen yayınlara biraz daha eleştirel gözle bakmak gerekiyor. Herhangi bir görüşü veya fikri bilimselmiş gibi belgesel halinde izleyiciye sunmak için iyi bir video ekipmanı, otoriter görünen üç beş ünvanlı isim ve bol miktarda asılsız bilgi yeterli. Hemen kimse bunları seyrederken durdurup teyit etmediği için de izlenen belgeseller zihinlerimizde otomatikman doğru bilgi gibi sınıflanıyor, “Abi öyle deme belgeselde gördüm!” cümleleri ile arkadaş sohbetlerine konu oluyor. Daha önce bu tip asılsız bilgileri toplayıp sunan ve belgeselden ziyade birer propaganda ya da promosyon aracı olan benzerlerine Plandemik de eklenmiş gibi duruyor.

Ancak Plandemik’i belki de diğerlerinden ayıran ortaya çıktığı anda, dinleyenlerin içinde bulunduğu çaresiz ruh durumuna ilaveten dinleyeni ikna etmek için kullanılan ve ilk defa Aristo tarafından Retorik Sanatı kitabında bahsi geçen üç yöntemin ilk ikisini başarı ile kullanıyor olması:

  • Etos: Konuşanın karakteri ve konu hakkındaki güvenilirliği
  • Patos: Dinleyicilerin duygulara ne kadar hitap ettiği, ne kadar sempati uyandırdığı
  • Logos: Konunun içeriğindeki ikna edici veri ve bağlantılar

Mükemmel bir Etos örneği olan videonun ilk dakikalarında, neredeyse tüm video boyunca konuşan Judy Mikovits ile tanışıyor ve röportajı yapan (ve aynı zamanda videonun yapımcısı olan) Mikki Willis ağzından ne kadar tanınmış ve önde gelen bir bilim insanı olduğunu dinliyoruz. Mikovits, ekran karşısında gayet sakin duruyor, bir bilim insanına yakışacak bilimsel jargon kullanıyor ama aynı zamanda halkın anlayacağı açıklıkta da konuşuyor.

İkinci bölüme geçer ve Patos kısmına adım atarken kendisi ile ilgili hikayeler anlatmaya başlıyor ve kendi mağduriyeti üzerinden dinleyici ile duygusal bir bağ kuruyor. Kendini haksızlığa uğramış ancak yılmamış bir bilim kahramanı gibi gösteriyor ve komplo teorisinin ilk tohumlarını ekmeye başlıyor.

Videodaki tüm iddiaların kanıtsız olması ve hiç bir teyit eden döküman sunulmaması açısından Logos yöntemini çok başarılı kullandığını söyleyemeyiz. Ancak video, son düzlüğe girdiğinde ise etos ve patos ile kıvama gelen seyirciye videoyu izlerken teyit etme imkanı olmayan bir sürü bilimselmiş gibi görünen asılsız veri ve iddiayı bocalıyor. İzleyenin aslında videoyu durdurup beş dakikalık bir Google taraması ile asılsız olduğunu anlayabileceği iddiaların sayısı o kadar çok ki, bu bilgi kirliliği ilk iki aşamada tava gelen, güvenmeye ve inanmaya açık hale gelip savunmasını düşüren, komplo mentalitesine çoktan geçmiş dinleyiciyi kalbinden vuruyor ve kanıtlar yerine, teyit refleksini kırarak ikna ediyor.

Bu başarılı retorik kullanımı sayesinde normalde komplo teorilerine çabuk kapılmayan kişiler arasında bile hızla yayılmaya başladı. Öyle ki, bunu bana ileten pek çok kişi “bana inandırıcı geldi” derken videonun kendi içinde bile çelişkili iddialar olduğunu, Mikovits’in videoda hem COVID’in aslında iddia edildiği kadar kötü ve yaygın bir hastalık olmadığını iddia ettiğini, ancak birkaç dakika sonra da hepimizi öldürmek için laboratuvardan salındığını söylediğini bile görmezden gelebiliyorlar.

Videodaki iddialara ve bunların asıllarına kısaca göz atalım:

Spiker, videonun başında Judy Mikovits’i zamanının en önde gelen tanınmış ve saygın bilim insanı olarak tanıtıyor.

DOĞRUSU: Mikovits, hiç bir dönemde saygın ve önde gelen bir bilim insanı değildi.

Mikovits, adı bu videonun viral olmasına kadar çok da duyulmamış bir bilim insanı idi. 2009’a kadar pek tanınmazken, bu tarihte Kronik Yorgunluk Sendromu’nun viral kökenli olduğunu (XMRV) iddia eden bir makale ile adını duyurdu. Ancak makale yayınlandıktan iki yıl sonra bu virüsün başka hiç bir çalışmada saptanamamış olması ve söz konusu makale sonuçlarının düzmece olduğunun anlaşılması üzerine makale yayından geri çekildi.

Bu sırada başka kimsenin varlığını kanıtlayamadığı XMRV virüsünün otizme neden olduğunu iddia etmeye başlayan Mikovitz’in makalesindeki etik sorunlara ilaveten çalıştığı Whittemore Peterson Enstitüsü (WPI) aynı yerde çalışan bir başka ekip arkadaşından veri sakladığı, laboratuvar verilerini tahrip ettiği ve laboratuvar ekipmanını tahrip ettiği gerekçesi ile işine son verdi. İşten çıkarılmasının ardından WPI’ye ait olan ekipman ve verileri teslim etmediği için hakkında tutuklama kararı çıkarıldı ve bu nedenle beş gün hapis yattı.

Her ne kadar bu film yaşanan bu olayları “Mikovits aslında müthiş bir şey buldu, bazı güçler de onu susturmak istiyor.” kisvesinde sunmaya çalışsa da, altı deşilince görülen şu: Çok tanınmayan bir bilim insanı sıradışı bir iddia ile kısa süreli de olsa meşhur oluyor. Akabinde bu iddianın asılsız olduğu ortaya çıkınca iddiasını geri almak yerine veri manipülasyonu ve tahribatı ile üste çıkmaya çalışıyor. Aynı hikayeyi komplo teorisyenlerini besleyen Andrew Wakefield ve benzeri sahte mağdurlardan çok iyi biliyoruz.

Mikovits, videoda sanki bir gerçeği ortaya çıkarmış da susturulmak için hapse atılmış ve uzun süre hapis yatmış izlenimi yaratıyor. Dahası Mikovits, bu tutuklanma olayını sanki evine izinsiz girip arama yapılmış ve evinden zorla tutuklanıp götürülmüş gibi anlatıyor (bu diyalog sırasında ekranda bir eve giren SWAT timi görüntüleri mevcut.)

DOĞRUSU: Mikovits, çalıştığı laboratuvardan veri ve ekipman çaldığı için hırsızlık suçundan tutuklandı. 

Yukarıda da belirttiğim gibi Mikovits’in tutuklanmasının nedeni kimsenin bilmemesi gereken müthiş bir buluşa imza atmış olması falan değil, adi bir hırsızlık suçu. Ayrıldığı enstitüye ait muhtelif ekipmanı, hücre kültürlerini, flash bellekleri ve bilgisayarı eski işverenine teslim etmiyor, hatta defalarca yapılan yazılı talepleri görmezden geliyor. Sonunda Whittemore Peterson Enstitüsü (WPI) hücre kültürlerinin ve toplanan verilerin Mikovits tarafından imha edilmesine önlem olarak iki ayrı suç duyurusunda bulunuyor ve takiben hakkında tutuklama kararı çıkıyor. Videoda bu tutuklama kararından bahsedilirken konuyu daha dramatik hale getirmek için arka planda SWAT görüntüleri izliyoruz – ki bunlar ‘stock video’ tabir edilen ve genel kullanım için satılan anonim klipler. Mikovits’in evine SWAT girip girmediğini bilemiyoruz, bu konuda bir kanıt sunulmuyor videoda. Bildiğimiz 18 Kasım 2011 tarihinde önce Kaliforniya’da tutuklanıp beş gün hapis yatıyor, ardından serbest bırakılıyor. Mikovits ardından kendisi Kaliforniya eyaletinden Nevada’ya geçerek tekrar teslim oluyor.

Bu videoda basit bir işveren/eski çalışan arasındaki anlaşmazlık ve hırsızlık davasının sanki bir sırrı ortaya çıkardığı için kovuşturulan mağdur ve kahraman bilim insanı kisvesine büründürüldüğünü görüyoruz. Bu şekilde izleyicinin algısı manipüle edilerek Mikovits’i basit bir hırsız değil mağdur kahramanmış gibi gösteriliyor.

Miktovits, işten ayrılırken Whittemore Peterson Enstitüsü’ne ait demirbaş ve verileri talimatlara rağmen teslim etmediği için hakkında hırsızlık suçu nedeniyle işlem başlatılmıştı.

Mikovits video boyunca Dr. Fauci’nin büyük bir örtbas kampanyasının ardındaki isim olduğunu ve daha pek çok kirli işe bulaştığını ima ediyor, ancak röportaj sırasında bunlarla ilgili herhangi bir kanıt sunmuyor.

DOĞRUSU: Fauci’nin Mikovits’in herhangi bir çalışmasını baltaladığına ilişkin hiç bir kanıt ve döküman yok.

Mikovits’ röportaj boyunda yaptığı üstü örtülü ithamlar ile şu an COVID salgın yönetimi başında bulunan ve politik yönelimine bakılmaksızın hemen herkesin saygı duyduğu Dr. Fauci’ye saldırdığını görüyoruz. Üstelik bu saldırı video ile de kalmıyor, Twitter üzerinden de devam ediyor. Videoda bir kaç yerde Fauci’nin bu tip işlerden yüklü miktarda para kazandığını ve insanları para karşılığında susturduğu ima ediliyor, ancak bunun hangi konuda olduğu belirsiz. Fauci’nin patentlerinin tamamı kayıtlı ve AIDS tedavisinde kullanılan Interleukin ilacını keşfeden kişi olarak aldığı fon da belli. 1997 yılından beri bu konudaki buluşları için 45.000 USD alan Fauci bu paranın tamamını da bağışlamış. Videonun bir başka yerinde Mikovits Fauci’nin kendisinin AIDS ve HIV hakkındaki araştırmasını yayınlamayı geciktirdiğini ve bu gecikmenin milyonlarca kişinin ölümüne neden olduğunu ima ediyor. Mikovits’in AIDS hakkında yazdığı tek makale 1986 yılında doktora öğrencisi iken danışmanı ile ortak yazdığı makale, ve o tarihten sonra da bu konuda kayda değer bir yayını olmamış. Eğer bahsettiği gecikme bu makaleye ait idiyse bu konuda herhangi bir merciye yapılmış bir şikayet ya da kovuşturma kaydı mevcut değil. Factcheck.org ekibi bu iddianın hangi makale ile ilgili olduğunu sormak için Mikovits ile yakın zamanda iletişimde geçtiklerinde de bahsettiği makalenin hangisi olduğu sorularına yanıt vermemiş.

Bu haliyle bu iddia çamur at izi kalsın tarzı bir kişisel intikam ya da garezden öteye gitmiyor. Bu konuda ilave kanıtlar ortaya çıkarsa o zaman tekrar değerlendiririz elbette, ancak insanları karalamak tek başına haklılık göstergesi değil.

Gelelim Mikovits’in kişisel ve mesleki geçmişi haricinde tıbbi konularda öne sürdüğü iddialara. Bu iddiaların geçerliliği konusunda da diğerlerinden daha iyi bir performans gösterdiğini söyleyemeyeceğiz doğrusu.

Mikovits global aşı zorunluluğu getirilirse aşıların sahibi olan insan ve kurumların yüz milyarlarca dolar kazanırken milyonlarca kişiyi öldüreceklerini iddia ediyor. Hemen ardından da şu an aşı takvimlerinde RNA virüslerine yönelik hiçbir aşı bulunmadığını söylüyor.

DOĞRUSU: Mevcut aşı takvimlerinde yer alan kızamık, kızamıkçık, kabakulak virüslerinin hepsi RNA virüsü.

İşte tam da bu iddia bana bu videonun tamamen bu konudan habersiz kişilere, komplo teorisyenlerine ve aşı karşıtlarına yönelik yapıldığını gösterdi. Zira buradaki söylem sıklıkla aşı karşıtı lobinin hiçbir bilimsel birikimi olmayan kişilerden yandaş toplamak için uydurduğu ve yüzde yüz palavradan oluşan bir diyalog.

Parçalayarak irdeleyelim:

  • Aşıların milyonlarca kişinin ölümüne neden olduğu doğru değil, aksine her yıl milyonlarca çocuğun hayatta kalmasına yardımcı oluyorlar. Tek bir hastalıktan örnek verecek olursak, çiçek hastalığı ortadan kalkmadan önce yılda 5 Milyon kişinin ölümüne neden oluyordu. Sadece 1980-2008 yılları arasında tek bir aşı ile 200 Milyon kişinin hayatını kurtardığımızı tahmin ediyoruz.
  • Bugün RNA virüslerine karşı geliştirdiğimiz gayet başarılı pek çok aşı var: Kızamık, kızamıkçık, kabakulak, kuduz, grip, sarı humma, Ebola bunlardan bazıları. Mikovits’in bu denli hızlı teyit edilebilen bir konuda gözünü bile kırpmadan bu yalanı söyleyebiliyor olması videonun propaganda amacını oldukça bariz şekilde ele veriyor.

Spiker Mikovits’e aşı karşıtı olup olmadığını sorunca Mikovits ‘Yo, kesinlikle değilim.’ cevabını veriyor.

DOĞRUSU: Mikotivts muhtelif aşı karşıtı platformlarda sahneye çıkmış, etkinliklerde konuşma yapmış bilinen bir aşı karşıtı.

Bu sahnede beylik bir aşı karşıtı diyaloğun tekrarlandığını görüyoruz. Aşı karşıtlarının çoğu, kendilerinin açıkça aşı karşıtı olduğunu itiraf etmekten sakınırlar. Sorarsanız hep cevapları “aşı karşıtı değilim ama….” diye başlar. Benzer şekilde, aşı karşıtı pek çok web sitesi de isimlerinde bu ifadeye yer vermez “güvenli aşılar, aşı güvenliği enstitüsü” gibi esas amaçlarını gizleyen isimler kullanırlar.

Biraz deşelim, bakalım Mikovits aşı karşıtı mı değil mi….

  • İnternette kısa bir arama Mikovits’in aşı karşıtı pek çok toplantılarda bilim insanı geçmişi nedeniyle iddialara bilimsellik kazandırmak adına baş konuşmacı, onur konuğu vs olduğunu görüyoruz. Hatta pek çok aşı karşıtı web sitesinde yaptığı röportajlar, verdiği sunumlar mevcut.
  • Bazı videolarda Mikovits’in katıldığı etkinliklerde VAXXED belgeselinin (aşı karşıtı bir propaganda yayını) tanıtımı için kullanılan şapkalardan taktığını görüyoruz.
  • Bu video ile promosyonunu yapmaya çalıştığı son kitabı gerek çıktığı yayınevi, gerek üzerindeki tüm isimlerle ‘ben aşı karşıtıyım’ diye bağırıyor. Aşı karşıtı bir grubun sponsorluğunda çıkan kitabın diğer yazarı meşhur bir başka aşı karşıtı, önsöz de gene aşı karşıtlarının pek sevdiği avukat Robert F. Kennedy tarafından yazılmış.

Mikovits’in bu promosyon videosu ile birlikte piyasaya sürülen ve ünlü aşı karşıtları tarafından promosyonu yapılan son kitabı, videonun yayılmasından kısa bir süre sonra Amazon’da tükenmiş.

Mikovits bu virüsün muhtelif laboratuvarların ortak çalışması olan bir modifikasyon olduğunu iddia ediyor. Hatta gözünü kırpmadan laboratuvar isimlerini art arda sayıyor.

DOĞRUSU: Bugüne kadar toplanan tüm bilgiler ve yapılan tüm bilimsel yayınlar bu virüsün doğal olarak ortaya çıkmış ve hayvanlardan insanlara geçen bir virüs olduğu yönünde.

Videonun bu kısmı ibretlik gerçekten de. Spikerin sorusunun ardından Mikovits elinde hiçbir kanıt olmamasına, videoda bu hükme nasıl varıldığını açıklayan hiçbir veri, evrak hatta beyan geçmemesine rağmen bu cevabı gözünü bile kırpmadan, kendinden son derece emin bir şekilde söylüyor.

Bu iddiayı destekleyen hiçbir kaynak sadece bu videoda değil, internette veya diğer bilimsel literatürde de yok. Aksine yapılan araştırmalar ve virüsün gen analizinden bu virüsün doğal olarak hayvanlarda bulunduğunu ve oluşan bir mutasyonla insanlara geçtiğini biliyoruz. Özellikle koronavirüslerde bu hayvandan insana geçme davranışı oldukça sık görülen bir durum.

Mikovits güvenilir delillerle gelmediği sürece bunu da diğer yalanlarının yanına ekliyoruz.

İlaveten belirtmek gerekir ki, yapılan tüm çalışmalar bu virüsün insan yapımı ya da laboratuvar modifikasyonu değil tamamen doğal yolla ortaya çıkan bir virüs olduğunu gösteriyor. Üstelik yıllardır bilim insanları bu tip bir virüs salgını yaşayacağımızı öngörüyor, devlet ve kurumları dinlenmeseler de buna karşı uyarmaya çalışıyorlardı.

Mikovits, Ebola virüsünün 1999 yılında laboratuvarda üretildiğini iddia ediyor.

DOĞRUSU: İlk Ebola salgını 1976 yılında ortaya çıktı.

İlk ebola salgını 1976 yılında görüldü. Mikovits’e önerimiz yalan söylerken daha inandırıcı olmak istiyorsa tarihlere dikkat etmeli.

Kayda geçmiş Ebola salgınları. İlk salgın 1976 yılında ortaya çıktı.

Mikovits İtalya’da COVID vakaları sırasında gözlenen yüksek ölüm oranları sorulduğunda, bunun nedeninin 2019 yılında İtalya’da yeni ve test edilmemiş bir grip aşısı olduğunu, bu aşının köpek hücrelerinde geliştirildiğini ve köpeklerde çok sayıda coronavirüs olduğunu söylüyor.

DOĞRUSU: Grip aşısı içeriği tüm dünyada standarttır. İtalya’da uygulanan ve köpeklerden üretilmiş ‘farklı’ bir aşı yok.

Mikovits bir kez daha aynı anda asılsız pek çok iddia boca ederek dinleyenin mantık devrelerini paralize etme taktiğini kullanıyor. Grip aşılarının içeriği her mevsimde Dünya Sağlık Örgütü tarafından belirlenir ve her yerde aynı aşı uygulanır . Herhangi bir ülke ve topluma ‘test edilmemiş’ farklı bir grip aşısı uygulanması diye bir şey söz konusu olamaz. Eğer böyle bir şey olduysa bu gerçekten de çok ciddi bir suç ve inanmak için kamera karşısında yalan üzerine yalan söyleyebilen bir kişinin iddialarından çok daha fazla kanıta ihtiyaç var. Mikovits de, yapımcısı da böyle bir kanıt sunmadığı sürece, söylediği bir çok şeyin yalan olduğunu gördüğümüz bu hanımefendinin bu iddiasına inanmak için hiçbir gerekçemiz yok.

Grip aşıları sıklıkla yumurta ile üretilirken son yıllarda alerjik reaksiyonların azaltılması ve daha güvenli aşı üretimi için hücre kültürleri kullanılmaya başlandığı doğru. Ancak köpeklerde çok sayıda koronavirüs olduğu iddiası yalan. Bugün SARS-CoV-2 virüsünün kaynağının köpekler değil yarasalar olduğunu biliyoruz. Aksine, köpeklerde tespit edilen az sayıda COVID vakasında hastalığın sahiplerinden köpeklere geçtiği saptandı.

Mikovits İtalya’daki grip aşısı iddiasını genişleterek, nerede olursa olsun grip aşısı olan kişilerin COVID’e yakalanma risklerinin %36 daha yüksek olduğunu iddia ediyor.

DOĞRUSU: Bahsettiği çalışma COVID hakkında değil, ayrıca çalışma aslında aşı olan kişilerle olmayanlar arasında bir fark gözlenmediği sonucunu çıkarmış.

Özellikle aşı karıştı pek çok sitede de karşımıza çıkan bu iddianın aynı cephede olduğu gün gibi ortada olan Mikovits tarafından dile getirilmesi hiç şaşırtıcı değil. Ancak diğer konularda olduğu gibi bu konuda da Mikovits kendi iddiasını geçersiz kılacak ayrıntıları anlatmaktan özellikle kaçınıyor ki dinleyeni manipüle edebilsin.

Öncelikle bu makalenin COVID ile hiçbir alakası yok.

 

Mikovits’in grip aşısı olan kişilerde COVID enfeksiyonunun %36 daha çok görüldüğü iddiasının kaynağı olan makale. Makalede detayları görebileceğiniz gibi bu makale COVID ile ilintili değil, üstelik sonucunda da grip aşısı olanların daha fazla hastalandığı bulunmamış.

 

Söz konusu makale, ABD Hava Kuvvetleri tarafından asker personel üzerinde yapılmış ve 2019 yılında yayınlanmış bir çalışma. Bu makalede incelen kavram ‘virüs etkileşimi (viral interference)’, yani bir virüs enfeksiyonu sonrasında vücudun diğer virüslere daha dayanıklı hale gelip gelmediği. Bazı enfeksiyonlarda bu durumu gözlüyoruz, ilk virüse karşı olan bağışıklık sistemi yanıtı sırasında ortaya çıkan interferon denen bazı maddeler hemen arkasından gelen yeni bir virüse de etkili olabiliyor. Bu makaledeki bilim insanları grip virüsü ile koronavirüs ailesine ait bilinen diğer basit soğuk algınlığı virüsleri arasında böyle bir etkileşim olabileceğinden yola çıkarak, grip aşısının bu avantajı zayıflatıp zayıflatmadığını araştırmışlar. Makalede toplanan alt verilerin tek bir tanesinde %36 gibi bir rakam olsa da, makalenin sonucu Mikovits’in iddiaları ile tamamen çelişiyor: Aşılanan kişilerde diğer solunum yolu enfeksiyonlarında bir artış gözlenmemiş.

Mikovits’in adeti olduğu üzere bu iddiayı hem çarpıtarak hem de olduğundan daha korkutucu hale getirerek sunuyor. Bu makale dediklerini destekliyor bile olsaydı, makalede bahsedilen koronavirüsler şu anki salgına neden olan SARS-CoV-2 değil, hepimizin her yıl olduğu basit soğuk algınlığı yapan koronavirüsler. Gene dört dörtlük bir manipülatif korku tüccarlığı örneği.

Mikovits maske kullanımı ile ilgili muhtelif iddialarda bulunuyor:”Maske takmak, aslında sizdeki virüsü aktive ediyor. Yani maske takınca sizde bulunan koronavirüslerin reaktive olması sonucu hasta oluyorsunuz.”

DOĞRUSU: Maskelerin insanların ‘kendilerindeki virüsü aktive etmesi’ gibi bir durum söz konusu değil. ‘Virüs aktivasyonu‘ diye bilinen bir kavram yok.

Mikovits’in maske takmanın insanın kendisindeki koronavirüsleri aktive ettiğine ve virüs ekspresyonunu artırdığına ilişkin iddiası bu videodaki en fantastik iddia olabilir. “Virüs ekspresyonu” ne demek bilen bir virolog, immünolog ya da enfeksiyon hastalıkları uzmanı mevcut değil. Kendi virüslerimizin aktive olup bizi hasta etmesi diye bir durum da yok, zaten bunun olmasını sağlayacak herhangi bir mekanizma da mevcut değil. Kumaş bir maske nasıl oluyor da virüslerin aktive ediyor, bunu açıklayan bildiğimiz bir mekanizma yok. Mikovits’in bu sıradışı iddiası aksine, ciddi yayınlarda ardarda yayınlanan makaleler, maske kullanımının COVID’in yayılmasını yavaşlattığı yönünde. Örneğin Nature dergisinde yayınlanan bir makale, maskelerin hasta kişilerden yayılan damlacıkların çevreye saçılmasının engellenmesinde etkili olduğunu gösteriyor. Başka makaleler de özellikle konuşma, bağırma, şarkı söyleme gibi aktivitelerde ağzımızdan çokça damlacığın havaya karıştığını ve maske takmanın olası bir virüs yayılımını azaltacağını gösteriyor.

Koronavirüs için maske kullanımı hakkında yapılan hiç bir çalışmada Mikovits’in iddia ettiği “kendi virüslerimizin aktive olması” (ne demekse?) durumu tespit edilip gözlenmemiş.

Mikovits, maske giyen kişinin kendi ağzından çıkan karbondioksiti soluyacağını, bunun toksik bir gaz olduğunu ve bağışıklık sistemini zayıflatarak COVID olma riskini artırdığını iddia ediyor.

DOĞRUSU: Maske takmak karbondioksit zehirlenmesine neden olmuyor. Böyle bir risk olsaydı tüm cerrahların zehirlenmesi gerekirdi.

Karbondioksit kimyasal olarak epeyce atıl bir gaz; toksik olan karbonmonoksitle karıştırılmasın. Ortamda çok büyük miktarlarda bulunsa bile bizi etkileyen karbondioksit değil sadece oksijen azlığıdır, bu nedenle oksijen yerine uzun süre karbondioksit solumak oksijen azlığı yüzünden gerçekten de öldürücü olabilir. Ancak, karbondioksit molekülleri çok küçük ve gerek cerrahi/bez maskeler gerek kumaş maskelerin dokuları arasından kolaylıkla geçip gidiyorlar. Hatta gözenekleri çok sıkı olan N95 maskeleri bile karbondioksit moleküllerini geçiriyor. Kısaca, maskeler karbondioksit zehirlenmesine yol açamaz.

Üstelik başka kimler maske takıyor, hem de saatlerce biliyor musunuz?: Cerrahlar ve sağlık personeli.

Uzun ve meşakkatli ameliyatlar yapan pek çok cerrah seneler boyu her gün uzun saatler birkaç kat ameliyat maskesi takıyor hastalarını ameliyat ederken. Bu doktorlarda videoda bahsedilen bağışıklık sistemi zayıflığı da, karbondioksit zehirlenmesi de şimdiye dek görülmedi. Gene bir korku tüccarlığı girişimi.

Cerrahlar ve diğer ameliyat personali, uzun ameliyatlar boyunca bazen iki kat cerrahi maske takıyorlar. Bugüne dek hiçbirinde ne karbondioksit zehirlenmesi ne bağışıklık sistemi zayıflığı gözlendi.

Mikovits, grip aşısı olan herkesin vücuduna koronavirüs enjekte edildiğini iddia ediyor. Akabinde bazı gizli odakların ve Gates Foundation gibi derneklerin gizli ajandasının herkese bu şekilde COVID bulaştırmak ve akabinde herkese COVID aşısı yapmak olduğunu söylüyor.

DOĞRUSU: Grip aşılarında ne COVID ne de başka bir koronavirüs türü mevcut. Ayrıca herkes COVID olursa zaten kimsenin aşıya ihtiyacı kalmaz.

Grip aşılarının hiç birinin içeriğinde koronavirüs bulunmuyor. Bu iddia ile ilgili olarak factcheck.com sitesi Mikovits’e ulaşarak röportaj yapmak istemiş ve iddianın kanıtını sormuş. Mikovits röportaj isteğini kabul etmediği gibi, kanıt da sunamamış ve sadece “aşılar hücre kültürlerinde geliştiriyorlar, koronavirüs hayvanlarla yaygın görülen bir virüs” tarzında bir akıl yürütme ile karşılık vermiş. Böylesine ciddi bir komplo iddiasının belgesi ve daha detaylı bir açıklaması olması gerekir. Şu ana dek grip aşılarında koronavirüs olduğuna ilişkin bir kanıt mevcut değil.

Mikovits’in izleyicilerine dayattığı büyük komplonun en önemli iki parçası olan “Herkese COVID bulaştırma” ve akabinde “Herkese COVID aşısı satma” eylemleri de komik bir şekilde birbiri ile çelişiyor. Zaten herkese COVID’in bulaştığı bir senaryoda, COVID aşısına ihtiyacımız kalmıyor, zira hastalanıp ölmeyen ve iyileşen herkes aşıya gereksinim olmadan SARS-CoV-2’ye bağışık olacak. Aşıyı, tam aksine insanlara COVID bulaşmadan hastalanmasınlar, ağır hastalık geçirmesinler ya da ölmesinler diye geliştirmeye çalışıyoruz. Kaldı ki aşıyı geliştiren tek bir kurum ve otorite yok, şu an dünyanın farklı ülkelerinde farklı ekiplerin geliştirmeye çalıştığı 70 civarında değişik aşı mevcut. Yani konu Mikovits’in ima ettiği gibi kapalı kapılar ardında ellerinde viski bardakları ve puroları ile herkesi önce hasta edip sonra aşılamaya çalışan bir grup kötücül dünya hakimine bağlı değil. Ama korku tüccarlarının klasik taktiği bu. Konuyu ne kadar korkutucu yapar, ne kadar bilinmeyen güçler ve gizli anlaşmalara bağlarlarsa kendilerini o denli kahraman gibi göstermeyi başarıyorlar.

Mikovits, video boyunca muhtelif defalar COVID salgınının abartıldığı, devletin doktorlara COVID’den değil başka hastalıktan ölen hastaların kayıtlarına COVID yazılması için baskıda bulunulduğunu, bunu yapan doktorlara COVID vakası başına 13.000 USD’den başlayıp 39.000 USD’ye çıkan ödemeler yapıldığını iddia ediyor. Bu iddiaların bir kısmını teyit etmek için iki doktorun açıklama yaptığı bir videodan klipler kullanılmış.

DOĞRUSU: COVID nedeniyle salgın başından beri her ülkede normalin çok üzerinde ölüm oranları görülmekte. Doktorlar hastalara COVID tanısı koyunca ilave ikramiye almıyorlar.

İlk önce COVID vakalarının abartıldığı iddiası ile başlayalım.

Ben bu satırları yazarken dünyada teyit edilen COVID-19 vaka sayısı 5.5 Milyon’u aştı, COVID nedeniyle ölen insan sayısı da 400 bine yaklaşıyor. Tüm dünyadaki sağlık otoriteleri hemfikir ki bu şimdiye dek görmediğimiz ve özellikle ileri yaş grubunda oldukça öldürücü seyreden bir hastalık. Pek çok ülkede alınan ve kişilerin yakın temasını önleyen sıkı önlemlere rağmen yarım milyona yakın insanın daha önce bilinmeyen bir hastalık nedeniyle ölmesi hafife alınacak bir durum değil. Bu önlemler olmasaydı bu rakamlar çok daha yüksek olacaktı.

Mikovits, aslında ölüm sayılarının pek farklı olmadığını, sadece hasta kayıtlarına COVID yazmaya zorlayacak ya da buna özendirecek uygulamalar nedeniyle bu rakamın şişirildiğini ima ediyor. Bakalım öyle mi?

Ekte muhtelif ülkelerde son üç ay içinde olan ölüm sayıları bundan önceki 10 yılın (2010-2019) ortalamaları ile karşılaştırılmış. Mavi çizgiler on yıllık ortalama, kırmızı çizgiler ise bu yılki ölüm sayıları. Bariz şekilde görüldüğü gibi son üç aydır hemen her ülkede son on yıllık trendlerin dışında ve oldukça yüksek seyreden ölüm vakaları var. Bunun da tek açıklaması COVID.

Kaynak:New York Times (74,000 Missing Deaths: Tracking the True Toll of the Coronavirus Outbreak)

Eğer Mikovits’in iddiası doğru olsaydı, yani vakalar yanlış şekilde COVID olarak kayda geçiyor olsaydı, ölüm sayılarının sabit kalmasını, ancak ölüm nedenlerinin ağırlıklı olarak COVID’e kaymasını beklerdik. Ama bunu görmüyoruz, aksine 2020 yılında COVID başlaması ile rutin ölüm sayılarına eklenen ve hızla artan yeni ölüm vakaları mevcut.

Gelelim COVID’den ölmeyen ama kayıtlara COVID yazılan hastalar olduğu iddiasına. Ölüm nedeni kaydı oldukça sorunlu ve hataya açık bir süreçtir. Eskiden, çoğu yerde ölüm nedeni olarak hastanın esas ölüm nedeni tanısı yazılır ve o şekilde bırakılırdı. Bu da ölüm nedenini hem doktorun subjektif değerlendirmesine bırakan bir yöntem, hem de kişinin ölümüne katkıda bulunan ilave hastalıkların (komorbidite) dökümante edilmesini engelleyen bir uygulamaydı.Örneğin bir dönemler Türkiye’deki vefat raporlarında çoğu zaman ölüm nedeni ‘kardiyopulmoner arrest’ olarak yazılırdı. (Kardiyopulmoner arrest, kalp ve akciğer durması demek). Kişi araba çarpması ile de hastaneye gelse, kalp krizine bağlı komaya da girse sonuçta kalp ve solunum durup öldüğünden ölüm raporuna bu yazılırdı, hemen tüm ölümler de kalp ve akciğer hastalığı diye istatistiklere girerdi.

Günümüzde bu durumu engellemek için hastaların primer ölüm nedenine ilaveten ölüme katkıda bulunan komorbidite (eşlik eden ölüm nedeni) de yazılıyor. Örneğin kişi böbrek yetmezliğinden öldü ve aynı zamanda diyabet hastası ise ölüm nedeni: diyabet + böbrek yetmezliği olarak kayda geçer, ya da aktif COVID enfeksiyonu geçirmekte iken inme geçirerek ölenlerin de ölüm nedeni COVID + serebrovasküler olay’dır. Bu gayet rutin bir uygulama ve ancak bu sayede COVID enfeksiyonunun neden olduğu ve başta fark etmediğimiz ilave komplikasyonları saptayabiliyoruz.

Her bir COVID vakası için bahsedilen (daha doğrusu doktorlara ödendiği ima edilen) ücretlere gelince. Bu rakamlar, ABD’deki emekli sandığı sistemi olan Medicare’in paket ücretleri. Medicare, sadece 65 yaşından büyüklerin sağlık giderlerini karşılayan ve federal hükümete bağlı bir sigorta sistemi. ABD’deki sağlık hizmetlerinin ne kadar pahalı olduğu malum. Federal devlet de, fahiş faturaları engellemek için Medicare sigortalılarının her hastaneye yatışında kalem kalem fatura ödemek yerine yatış nedenlerine bağlı standart bir ücret ödüyor. Yani bu bahsedilen paket ücretleri bizdeki SGK payı uygulamasına benzer bir uygulama ve aslında devletin her yatan hasta için anlaşmalı ve indirimli paket ücret ödemesini sağlıyor. Bahsedilen meblağ, Türkiye için çok yüksek olsa da, ABD sağlık hizmeti şartları için çok yüksek değil. Karşılaştırma amacıyla birkaç örnek vereyim: İki yıl önce olduğum omuz ameliyatının faturası 80.000 USD idi, annem beni ziyarete geldiğinde Pulmoner Emboli sebebiyle acil serviste tomografi çekimi ve bir gece müşahede sonrası da 42.000 fatura ile karşılaştık. (Neyse ki iki durumda da sigortalarımız imdada yetişti.) Bu rakamlarla karşılaştırıldığında COVID vakaları başına ödenen ücretin ABD standartlarına göre makul olduğu görülüyor. Evet, ABD’de sağlık maliyetleri çok abartılı ve ciddi bir reform gerekiyor, ama bu sorunlar bu videoda bahsedilenlerden alakasız.

Şunu da belirtmekte fayda var: videoda bu meblağların hastaneye paket ücret olarak ödendiği bilerek net olarak söylenmemiş, sanki doktorlara her bir tanı koydukları COVID vakası için ikramiye veriliyor havası yaratılmış.

Accelerated Urgent Care kliniği doktorları: Dr. Dan Erickson ve Dr. Artin Massihi.

Bu iddiaların eşliğindeki alıntı videolara da kısaca değinelim. Bu görüntüler, ABD’de gündeme çok oturan ve Accelerated Urgent Care isimli bir klinik işleten iki doktora ait: Dr. Dan Erickson ve Dr. Artin Massihi. Bakersfield şehri Kaliforniya eyaletinde en çok Cumhuriyetçi ve Trump destekçisi nüfusun yaşadığı yerlerden biri. Son dönemde Trump ve hükümet yanlıları, ekonomiye büyük negatif etkisi olduğunu iddia ettikleri EvdeKal uygulamasına karşı propaganda yapmaya başladılar. Aslında ne enfeksiyon hastalıkları uzmanı ne de epidemiyolog olan bu iki doktor, YouTube’da epidemiyolojik ve istatistik hatalarla dolu bir röportajları sayesinde meşhur oldular. Bu röportajda o kadar çok hata ve yanlış veri vardı ki, hem Amerikan Acil Tıp Derneği ve Amerikan Acil Hekimler Derneği ortak bir bildiri yayınlayarak yapılan bu röportaj kaydının bilimsel olarak hatalı, politik olarak yanlı ve bu klinik işletmecilerin maddi kaygıları ile motive edilmiş bir açıklama olduğunu ilan ederek söz konusu doktorları kınadılar.

Bu konudaki en ilginç son gelişme ise bu videoda yer alan görüntüler hakkında Accelerated Urgent Care’in Instagram hesabında yapılan son açıklama. Plandemik videosundaki insan hayatı ile oynayacak derecedeki yanlış, yalan ve asılsız bilgilerin çokluğundan onlar da rahatsız olmuş olacaklar ki, Plandemik videosu ile hiçbir alakaları olmadığını, kendi görüntülerinin bu videoda izinsiz olarak kullanıldığını ve söylediklerinin video yapımcıları tarafından üretilen komplo teorilerine destek olacak şekilde çarpıtıldığını beyan eden ve bu tip komplo teorilerini kınayan bir basın açıklaması yayınladılar! Plandemik’teki komplo dozu ve yalanlar, Bakersfield doktorlarının bile tahammül sınırının üzerinde gördüğünüz gibi.

Kaynak: Instagram (@artin_massihi_)

Sonuç: Plandemik, planlı bir komplo teorisi

Mikovits’in bu 20 küsür dakikalık videosundaki her bir iddiayı tek tek incelemek için ayrı bir kitap yazmak gerekir, zira videoyu izlediyseniz aynı cümle içinde ardarda bir sürü birbirinden acayip iddiayı sıralamaktan çekinmiyor. Aslında bu çok rastlanan ve özellikle de politikacıların çok kullandığı bir hatalı argüman yöntemi (Gish Gallop argümanı.) Kısa bir zaman diliminde, karşınızdaki kişinin makul bir zamanda tek tek cevap veremediği 50 ayrı palavrayı ortaya sıkıyorsunuz, karşınızdaki vakti yettiğinde 3-5 tanesine cevap veriyor, kalan 45 palavra yanınıza kalıyor. Mikovits de bu yöntemi videoda başarı ile kullanmış. Gene de elimizden geldiği kadarıyla temel ve en önemli iddiaları bu yazıda tek tek irdelemeye ve bağlantılarla kaynaklarını vermeye çalıştık. Ekteki kaynakçadan da her bir referansı detaylı inceleyebilirsiniz.

Bu irdeleme sonucunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Plandemik iyi hesaplanarak kotarılmış olmasına rağmen yalan ve yanlış bilgilerle dolu, ancak etkili bir komplo teorisi videosu. Hatta halk sağlığı açısından bugüne dek yapılmış en tehlikeli video olduğu bile söylenebilir. Mikovits, etik açıdan sorunlu olduğu için mesleğinden uzaklaştırılmış ya da kimsenin artık itibar etmediği diğer isimler gibi aşı karşıtları ve komplo teorisyenleri tarafından kahramanlaştırılmaya devam edecek, bu komplolara inanan kişileri maddi ve manevi olarak sömürerek varlığını ve ismini duyurmayı sürdürecek. Bu videonun yayınlanmasının hemen ardından kitabı Amazon’da çok satanlar listesine girdi bile.

Bu video sizinle paylaşıldı, ne yapmalısınız?

Eminim sizlere de benim gibi arkadaşlarınızdan hatta akrabalarınızdan bu video ya da linki geldi. Belki izledikten sonra siz de önce ikna oldunuz ve bu sayfaya daha fazla bilgi ararken tesadüfen geldiniz. Ya da izledikten sonra içindeki iddialardan şüphelendiniz, daha fazla detay ararken bu yazıyı buldunuz. Belki de zaten video içindeki iddiaların asılsız olduğunu biliyordunuz, ama yakınlarınıza gönderecek detay arıyorsunuz.

Nedeni ne olursa olsun artık bu sayfadasınız ve bu yoğun ve tehlikeli bilgi kirliliği ile savaşmada hepinize ihtiyacımız var. Dünyanın gördüğü en büyük ve önemli salgınlardan birini yaşıyoruz ve bu salgından en az hasarla çıkmamız ancak doğru ve bilimsel önerilere hep birlikte uyarak, yanlı, yalan ve bilim dışı iddialarla birlikte mücadele ederek mümkün olacak.

Yapılan çalışmalar, yanlış ve yalan bilginin çok hızlı yayıldığını, ancak doğrulama bilgisinin aynı hızda yayılmadığını gösteriyor. Aşı karşıtları ve komplo teorisyenleri kararsızlara çok daha hızlı ulaşıp onların kafalarını aynı bu videodaki gibi yalan yanlış bilgilerle hızla dolduruyorlar. Bir kez kafası karışan kişiye ise doğruları öğretmek daha zor ve zahmetli. Çoğumuz da bu zahmete katlanmak istemiyoruz. Kendinizi düşünün: Kaç kişiden bu veya benzer bir video aldınız, kaçına vakit ayırıp cevap verdiniz?

İçinde bulunduğumuz durumun vehameti bu vakti ayırıp cevap vermemizi, yanlış bilgiyle sevdiklerimizin ve belki de kendimizin hayatını kurtarmak pahasına savaşmamızı gerektiriyor.

Sizden ricamız, bu yazıyı, içindeki belirli başlı bölümleri ya da kaynakları bu videoyla ya da benzer iddialarla karşılaştıkça size bu iddiaları ileten kişilerle paylaşmanız. İnsan hayatına mal olacak bilgi kirliliği ile ancak bu şekilde el ele savaşabiliriz.

 

Kaynaklar:

  1. Rapp, Christof, “Aristotle’s Rhetoric”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring 2010 Edition), Edward N. Zalta (ed.)
  2. Haelle,T. (2020). Why It’s Important To Push Back On ‘Plandemic’—And How To Do It. Forbes. Retrieved from: https://www.forbes.com/sites/tarahaelle/2020/05/08/why-its-important-to-push-back-on-plandemic-and-how-to-do-it
  3. Lombardi, V. C., Ruscetti, F. W., Gupta, J. D., Pfost, M. A., Hagen, K. S., Peterson, D. L., … & Dean, M. (2009). Detection of an infectious retrovirus, XMRV, in blood cells of patients with chronic fatigue syndrome. Science, 326(5952), 585-589.
  4. Simmons, G., Glynn, S. A., Komaroff, A. L., Mikovits, J. A., Tobler, L. H., Hackett, J., … & Zhao, J. (2011). Failure to confirm XMRV/MLVs in the blood of patients with chronic fatigue syndrome: a multi-laboratory study. Science, 334(6057), 814-817.
  5. Ledford, H. (2011).Integrity issue follows fired researcher. Nature, retrieved from: https://www.nature.com/news/2011/111005/full/news.2011.574.html
  6. Callaway, E. (2011). Embattled scientist in theft probe: sacked virologist faces lawsuit from Nevada institute. Nature480(7375), 13-15.
  7. Callaway, E. (2011). Institute claims victory in civil suit against Judy Mikovits.  Nature News Blog. 
  8. Mynews4.com. (2011). Judy Mikovits turns herself in.  Retrieved from: https://mynews4.com/news/local/judy-mikovits-turns-herself-in
  9. van Kuppeveld, F. J., & Van der Meer, J. W. (2012). XMRV and CFS—the sad end of a story. The Lancet, 379(9814), e27-e28.
  10. Vanderslott, S., Dadonaite, B. &  Roser,M. (2020) – “Vaccination”. Published online at OurWorldInData.org. Retrieved from: ‘https://ourworldindata.org/vaccination
  11. Viruses and Vaccines: A Basic Flowchart of Viral Families. American Scientist.
  12. Andersen, K. G., Rambaut, A., Lipkin, W. I., Holmes, E. C., & Garry, R. F. (2020). The proximal origin of SARS-CoV-2. Nature medicine, 26(4), 450-452.
  13. Cyranoski, D. (2020). Profile of a killer: the complex biology powering the coronavirus pandemic. Nature, 581(7806), 22-26.
  14. Enserink,M., Cohen, J. (2020). Fact-checking Judy Mikovits, the controversial virologist attacking Anthony Fauci in a viral conspiracy video. Science, doi:10.1126/science.abc7103
  15. PublicHealthIntelligence.org. (2014): Chronology of Ebola Virus Disease outbreaks, 1976-2014
  16. Mallapaty, S. (2020). Dogs caught coronavirus from their owners, genetic analysis suggests. Nature.
  17. Wolff, G. G. (2020). Influenza vaccination and respiratory virus interference among Department of Defense personnel during the 2017–2018 influenza season. Vaccine, 38(2), 350-354.
  18. Schultz-Cherry, S. (2015). Viral interference: the case of influenza viruses. 
  19. Fichera, A. (2020).No Evidence That Flu Shot Increases Risk of COVID-19. Factcheck.org. Retrieved from: https://www.factcheck.org/2020/04/no-evidence-that-flu-shot-increases-risk-of-covid-19/
  20. Leung, N. H., Chu, D. K., Shiu, E. Y., Chan, K. H., McDevitt, J. J., Hau, B. J., … & Seto, W. H. (2020). Respiratory virus shedding in exhaled breath and efficacy of face masks. Nature Medicine, 1-5.
  21. Wu, J., McCann, A., Katz, J., & Peltier, E. (2020). 60,000 Missing Deaths: Tracking the True Toll of the Coronavirus Outbreak. New York Times.
  22. Forster, V. (2020).Wearing A Mask To Reduce The Spread Of Coronavirus Will Not Give You Carbon Dioxide Poisoning. Forbes.
  23. Calmatters, B. (2020)Cue the debunking: Two Bakersfield doctors go viral with COVID-19 test conclusions. The Fresno Bee.
  24. Instagram: Artin Massihi M.D. (2020). Public Statement from Accelerated Urgent Care.
  25. Johnson, N. F., Velásquez, N., Restrepo, N. J., Leahy, R., Gabriel, N., El Oud, S., … & Lupu, Y. (2020). The online competition between pro-and anti-vaccination views. Nature, 1-4.

Bir Virüs, Bir İnkârcı, Bir Mahkeme ve Altı Makale

$
0
0

Dünyanın düz olduğunun, aslında aya gidilmediğinin veya Avustralya kıtasının aslında var olmadığının iddia edildiğini duydunuz mu? Cevabınızın evet olduğunu tahmin ediyorum, çünkü gerçeklerin aksine kürek çekmekten bıkıp usanmayan inkârcılar sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte daha görünür hale geldiler. Özellikle Covid-19 pandemisini yaşadığımız bugünlerde salgınlara virüslerin neden olmadığı gibi çılgın iddialara sıkça rastlıyoruz. Bu tip iddiaların bir çoğuna ilham kaynağı olan uzun soluklu inkârcılık hareketleri her zaman bu kadar basit değiller. Bu yazımızda kızamık virüsünün varlığını inkâr eden komplo teorisyeni bir virolog ve mahkemelere düşen bir meydan okumanın ilginç hikayesinden bahsedeceğiz.

24 Kasım 2011 tarihinde Gesundheitliche Aufklärung adlı bir web sitesinde Stefan Lanka imzasıyla “Kızamık Virüsü, ARANIYOR, 100.000 Euro Ödül” (Das Masern-Virus 100.000 € Belohnung! WANTED) başlıklı bir yazı yayınlanır. Lanka’nın iddiasına göre ilaç şirketlerinin aşı gelirleri domuz gribi ile ilgili (pek de açık olmayan) bir sebepten %19 civarında düşmüş ve bunu telafi etmek amacını güden federal hükümet tantanalı bir kızamık kampanyası başlatmıştır. Devletin ve Dünya Sağlık Örgütü’nün tüm nüfusu aşılama kampanyaları süredursun, Lanka bilim dünyasına açık bir davet gönderir (1, 7).

“Kızamık virüsünün varlığını (sadece iddia eden değil) kanıtlayan ve aynı zamanda virüsün çapını da gösterebilen bilimsel bir yayın sunan kişiye 100 bin Euro ödül verilecektir.”

Stefan Lanka, meşhur metnine bir okuru (Mr. Schlotthaus) tarafından espri amaçlı gönderilen bu resmi de iliştirmiş ve eklemişti: "Ödülü almak için başvuranlar böyle bir resim getirmesinler" (1).

Stefan Lanka, meşhur metnine bir okuru (Mr. Schlotthaus) tarafından espri amaçlı gönderilen bu resmi de iliştirmiş ve eklemişti: “Ödülü almak için başvuranlar böyle bir resim getirmesinler” (1).

Peki kimdi bu yazıyı yazan kişi, ve neden ciddiye alınmayı beklemekteydi?

 

Stefan Lanka “Enfeksiyon Kuramı”na Karşı…

Stefan Lanka bir biyolog ve virolog. 1980’lerde deniz biyoloğu olarak keşfettiği bir virüs üzerine doktora yaptığı dönemde HIV (Human Immunodeficiency Virus / AIDS hastalığına yol açan İnsan Bağışıklık Yetmezlik Virüsü) konusuyla ilgilenmeye başlamıştır. Lanka, bu dönemde HIV’in de dahil olduğu retrovirüslerin aslında uydurma olduğu fikrine kapılmıştır (2). ‘Varolmayanlar listesi’ni zaman içerisinde genişleten HIV-inkârcısı bu virolog, sahip olduğu akademik ünvanın ve kullandığı teknik dilin yardımıyla (3) mikrop kuramı inkârcılarından (Hastalıklara mikropların sebep olduğuna ilişkin yerleşik görüşü reddedenler) aşı karşıtlarına kadar geniş bir kitlenin merakla takip ettiği bir karakter haline gelmiştir.

Bir virolog olarak ‘virüslerin var olmadığını’ iddia etmek kulağa garip gelse de komplo teorisyenliğinin tüm özelliklerini taşıyan Lanka’nın daha sıradışı iddiaları da vardır (4). Örneğin enfeksiyon kuramının gelişimini, dönemin Fransa-Almanya-İngiltere ilişkileri paralelinde yürütülen bir dizi komploya bağlayan Lanka, virüs kavramının çıkışını humoral patolojinin (Hastalıkları vücuttaki temel sıvıların dengesiyle açıklamaya çalışan antik bir inanış) bilerek yanlış yorumlanmasına bağlamaktaydı (5).

Lanka’nın inkârcı yaklaşımında, neredeyse tüm inkârcılar gibi, komplo teorilerinin önemli yer kapladığını görmekteyiz. Bu durum da epey anlaşılır: Ana akımda yüzyıllar boyunca kabul görmüş yerleşik bir kurama karşı çıkabilmek için karşı tarafın ezici üstünlüğüne de net bir açıklama getirebilmeniz gerekir. Lanka da benzer yoldan giderek Süveyş kanalı krizinden Nazi döneminde Yahudi bilim insanlarının elimine edilmesine kadar bir çok tarihi olayı birbirine bağlamakta ve büyük oyunun arkasında dev endüstrilerin ve diğer çeşitli elitlerin olduğunu iddia etmektedir.

Tahmin edeceğiniz üzere, Alman biyoloğun inkâr listesinde kızamık virüsü de vardır. Kızamık hastalığının çeşitli psikosomatik tetikleyicilerin ve zehirlerin sebep olduğu bir cilt tahrişi olduğunu (6) düşünen Lanka, kızamık virüsü fikrinin tekrar hortlatılmasından da aşı şirketlerini sorumlu tutmaktadır.

Son yıllarda pek çok ülkede aşı karşıtlığının da artmasıyla kızamık salgınları yaşanmakta. Fotoğraf 2017’de Minneapolis’de bir çocuk kliniğinden. (Mark Zdechlik / MPR News file)

İşin içine aşılar girince Lanka’nın küçük bir web sitesinde yayınladığı sıradışı çağrı, Almanya’daki aşı karşıtları ve alternatif tıp yanlıları arasında epey ses getirir. Aslında Lanka’nın hedefi Alman Federal Hükümeti’nin en üst düzey sağlık örgütlerinden birisi olarak halk sağlığını izlemekten ve bulaşıcı hastalıklarla mücadeleden sorumlu olan Robert Koch Enstitüsü iken cevap pek de ciddiye almadığı bir yerden gelir.

 

Bilimsel Kanıtlar ve Mahkeme Süreci…

Meydan okumadan haftalar sonra, David Bardens adında bir doktor adayı Lanka ile temasa geçer ve 100.000 Euro konusunda ciddi olup olmadığını sorar. Lanka gayet ciddi olduğu cevabını verir. İnkârcı hareketlerin kanıt konusundaki bilim dışı yaklaşımlarını iyi bilen Bardens, meydan okumaya cevap vermeden önce bir noktayı çözmelidir.

Virüslerin herhangi bir hastalığın etmeni olduğunu kesin olarak kanıtlamak için hem virüsün görsel kanıtlarına, hem de biyokimyasal süreçlerini göstererek hastalık – patojen ilişkisini anlamamıza yarayan delillere ve yayınlara ihtiyacımız var.

”Virüslerin var olduğunu genellikle çıkarsama yoluyla belirleriz. Çoğu virüs mikroskopla görülemeyecek kadar küçüktür ve petri kabında bir bakteri gibi kolaylıkla yetiştirilemezler. Virüsler onlara karşı üretilen antikorların veya sahip oldukları viral proteinlerin izole edilmesiyle, sebep oldukları biyokimyasal aktivitelerin veya hastalıkların gösterilmesiyle ve nihayetinde viral parçacıklarının elektron mikrografileriyle tespit edilirler. Bütün bunlar bir araya geldiğinde nihai kanıtı oluşturur ama inkârcılar bunların dolaylı ve yanlış olduğunu iddia etmeye devam eder.”

Steven Novella (8)

Bilimsel yayınlar ve bunlar aracılığı ile edindiğimiz bilgi birikimi birbirinin üzerine eklenerek ilerler. Her yayın küçük bir araştırma sorusu belirler ve bunun üzerinde çalışır. Kızamık virüsü üzerine yapılan araştırmalar da aynı şekilde, bütünsel bir resmin küçük küçük parçalarına odaklanmıştır. Örneğin, yarım yüzyıldan fazla bir süredir kızamık virüsünün fotoğrafını çekebiliyoruz. Ayrıca hastalık yapma süreci ve mekanizmaları hakkında da elimizde kayda değer miktarda detaylı bilgi mevcut. Fakat bilimsel yayınların doğası gereği bütün bu bilgiler ayrı ayrı çalışmalardan geliyor.

Bunu bilen genç doktor adayı kütüphaneye girer ve kısa bir literatür araştırması yaparak altı farklı makale belirler (9). Bardens, 31 Ocak 2012 tarihinde aşağıdaki mektubu Lanka’ya gönderir.

Literatürden oluşturduğum detaylı derlemeyi ekte dikkatinize sunuyorum. Bunlar kızamık virüsünün varlığına ilişkin kanıtı, gerekli görselleri ve kızamık virüsünün çapı hakkındaki bilgileri içermektedir. Lütfen 100 bin Euro tutarı hesabıma transfer ediniz.

Bu kadar büyük bir parayı bu kadar küçük bir eforla kazanma şansı sağladığınız için de ayrıca teşekkür ederim.

Saygılarımla, David Bardens. (1)

İzleyen aylarda Stefan Lanka’nın kanıt olarak gönderilen makaleleri kabul etmeyeceğini açıklamasının ardından Bardens durumu mahkemeye taşımaya karar verir ve Bardens – Lanka davası 2014 yılında başlar. Davanın hemen başında kanıtların incelenmesi amacıyla Rostock Üniversitesinden virolog Andreas Podbielski’nin bilimsel görüşüne danışılmasına karar verilir. Ardından, bir yıl kadar süren mahkeme sürecinde Podbielski altı makalenin kesin kanıt oluşturduğu yönünde görüş bildirir.

Stefan Lanka mahkemede. (Kaynak: Frankfurter Allgemeine Zeitung)

2015 yılında açıklanan mahkeme kararı, Spiegel ve BBC üzerinden ana akım medyaya yayılır ve birçokları tarafından “bilim dünyasının bir zaferi” gibi karşılanır. Yargı, Bardens’in sunduğu kanıtların yeterli olduğuna ve Stefan Lanka’nın 100 bin Euro tutarında bir ödeme yapması gerektiğine hükmetmiştir. Bilim bir kez daha bilimdışını yenmiştir. Karanlık bilim karşıtları bir kez daha boyunlarını büküp bilimin üstünlüğünü kabul edecektir… Üç elma düşer ve…

Fakat hikaye burada bitmez…

 

İkinci Raunt: Lanka Vazgeçmiyor

Medya, Lanka’yı bir aşı karşıtı olarak görmekteydi ve bu yüzden mahkeme kararı, bir aşı karşıtının bilime meydan okuması, karşılığında da hak ettiği cevabı almış olması şeklinde lanse edilmekteydi. Mahkemeyi kazanan Bardens medyanın ve bilim camiasının tebriklerini kabul ederken öteki tarafta, aşı karşıtları kararı yok sayıyor gibiydi. Stefan Lanka ise küçük web sitesinden taraftarlarına seslenmeye ve davayla ilgili itirazlarını uzun uzun yazmaya devam etmekteydi (10). Önceleri ödemekte direndiği ödül tutarını tutuklama kararıyla karşılaşınca ödemek zorunda kaldı (10, 11). Fakat bir yandan da temyiz için hazırlanmaktaydı. Aralık 2015’te başlayan temyiz duruşmasından 2016 yılının ilk aylarında sürpriz bir karar çıktı.

Hatırlarsanız, Lanka’nın ilk çağrısında ‘bilimsel bir yayın’ ifadesi yer alıyordu (10). İşte buradaki ifade tarzı Lanka’nın itirazının en önemli noktası oldu. Lanka, bu ifadeyi ‘tekil’ anlamında değerlendirdiğini iddia etti. Oysa davacı Bardens bir değil, altı çalışma sunmuştu. Uzman tanık da ifadesinde bilimsel yayınların doğasından bahsetmiş ve herhangi bir konuda kesin kanıt olarak öne sürülebilecek tek bir çalışma olamayacağını onaylamıştı.

Bu itirazı değerlendiren mahkeme de meydan okumayı gerçekleştiren taraf olarak kuralları Lanka’nın tanımladığına hükmetti. Bardens’in ‘tekil bir bilimsel çalışma sunamadığını’, dolayısıyla meydan okumanın gereklerini yerine getirmediği karara bağlandı ve önceki mahkeme kararı iptal edildi (12).

David Bardens mahkeme kararı sonrasında açıklama yapıyor. Fotoğraf: Andreas Weimann (Kaynak)

Burada altını çizmemiz gereken bir nokta var: Bir önceki mahkeme kararına göre iletilen kanıtlar kızamık virüsünün varlığı şüpheye yer vermeyecek şekilde kanıtlandı. Üst mahkeme de bunda hemfikir. Fakat Lanka’nın talebinin kelimesi kelimesine (tek bir kanıt şartı) karşılanmadığına hükmedildi ve bu teknik ayrıntıya dayanarak, alt mahkemenin kararı iptal edildi. Hatta mahkeme başkanı, kararın dikkatle yorumlanması gerektiğini belirterek salondaki basın mensuplarına seslendi: “Atacağınız başlıklara dikkat edin!” (10, 11, 13)

Mahkeme başkanının bu ricası tam da kızamık salgınıyla uğraştığı dönemlerde Almanya için önemliydi. Oysa aşı karşıtları bu karardan büyük bir zafer çıkardılar. Çarpıtılan karar aşı karşıtı sitelerde “Biyolog kızamık virüsünün gerçek olmadığını kanıtladı!” gibi başlıklarla yayınlandı. Bazıları işi bir adım öteye götürdü:

“…Dahası, bütün bilimsel literatürde kızamık virüsünün varlığını kanıtlayabilecek tek bir çalışma bile yoktur. Bu da son yıllarda milyonlarca kişiye ne enjekte edildiği sorusunu akıllara getirmektedir!… Kızamık virüsünün varlığına ilişkin tez yanlışlandı…” (14)

 

Mahkeme Sonucu ve Gerçekler

Özellikle Covid-19 pandemisini yaşadığımız bugünlerde Stefan Lanka’nın ve kızamık virüsü davasının tekrar hatırlandığını ve dava sonucunun yanıltıcı şekilde kullanıldığını görüyoruz. Covid-19 salgınının arkasında bir “büyük oyun” bulmak için türlü senaryolar yazan komplo teorisyenleri bu mahkeme kararına gönderme yaparak Lanka’nın virüs inkârcılığının tescil edildiğini iddia ediyorlar.

Stefan Lanka’nın eski videoları Koronavirüs etiketiyle tekrar dolaşımda.

Kızamık davasının ayrıntılarını öğrendiğimize göre, artık mahkemenin böyle garip bir karara imza atmadığını biliyoruz. Zaten bilimin ve eleştirel düşüncenin önemini kavrayan çok sayıda Yalansavar okuru için Stefan Lanka ve David Bardens arasındaki hukuki mücadelenin sonucu önemsizdir. Bilimsel olguları gerçek kılan, onun bir uzman tarafından dile getirilmesi ya da mahkemeler tarafından tescil edilip edilmemesi değil, onu destekleyen bilimsel birikimdir. Çok sayıda bilim insanı arasında kabul görmüş bu bilgi birikiminin, yani bilimsel konsensusun karşısına geçmiş birkaç komplo teorisyeni ya da şarlatan alternatif bir gerçeklik yaratamaz.

Öte yandan, bu hikayeyi biraz daha deşmek bize farklı saptamalar yapma imkanı tanıyacaktır. Bir an için, “Bu hikaye başka türlü bitseydi ne olurdu?” diye düşünelim. Lanka ödül parasını vermiş olsa ve temyiz süreci yaşanmasa ne değişecekti? Lanka tarafı için bir şey değişmeyeceğini söyleyebiliriz, nitekim ilk mahkeme sonrası gördüğümüz sessizlik ve Lanka’nın mektupları bu konuda ipuçları vermektedir (1). Lanka, kararı egemen elitlerin yönettiği mahkemeden sürpriz olmayan bir karar olarak görüyor, komplo teorilerine devam ediyordu. Belki de bu dava süreci olmasa, David Bardens’in temyiz duruşmasından sonra verdiği röportajda söylediği gibi (10), Stefan Lanka, kendi küçük çevresinden çıkamayacak, hayal bile edemeyeceği bir medya ilgisinden mahrum kalacaktı. Peki Lanka’nın meydan okuması cevapsız mı kalmalıydı? Lanka’ya ve akıl dışı iddialarına büyüteç tutmak bir hiç uğruna mıydı?

Bu soruları aktivizm bağlamında yanıtlamak epey zor. Özellikle Lanka davasını değerlendirmek geri görüş yanılgısı (Hindsight bias) içerecektir. Yine de bu tipte meydan okumalara cevap vermenin, geri tepme riski de düşünüldüğünde, dikkatle verilmesi gereken bir karar olduğu çıkarımını yapabiliriz.

Eğer günün sonunda taraflar işlerine gelen sonucu çıkarıyor ve kendi köşelerine çekilerek performanslarını kendi destekçileri ile kutluyorlar ise bu türden bir aktivizme harcanan enerjinin boşa gittiğini iddia etmek çok zor olmayacaktır. İnançların, kutuplaşmış bir tartışmanın hangi kutbuna yakın olduğumuza göre şekillendiği özellikle gerçek-sonrası (post-truth) tartışmaları sırasında sıklıkla dile getirilen bir konu.

Örneklendirmek gerekirse: Lanka’nın komplo teorilerine inanan birisi, mahkeme kararının kızamık virüsünün var olmadığını tescil ettiğine inanacaktır. Öteki kutupta olanlar için ise virüsler vardır ve kızamık virüsü gerçektir. İki taraf için de, mahkeme kararını okumaya bile gerek yoktur. Benzer şekilde, aşı karşıtları arasında aşıların otizme neden olduğu iddiasının Lancet dergisinde yer bulması bir zafer olarak algılanırken, derginin sonradan makaleyi geri çekmesi ve aksi yöndeki tüm bilimsel konsensus otomatikman bir komplonun parçası olarak algılanır.

Sonuç olarak aslında gerçeklik olgusu belli alanlarda kutuplaşmış tartışmaların kısır döngüsü içerisinde silikleşmeye başlar. Bardens-Lanka davası gibi olaylara bakarak eleştirel düşünce aktivizmini “gol atılacak bir mücadele” gibi görmenin çok verimli olmaması da bu yüzdendir. Yapmamız gereken, toplumun eleştirel düşünce refleksini geliştirmek ve bireyleri gerçek dışı iddialarda sıkça kullanılan temalara karşı aşılamaktır.

 

Son Söz…

Lanka’nın kızamık davası incelendiğinde inkârcı hareketlerin karakteristikleri hakkında da pek çok ipucu edinmek mümkün. Mikrop inkârcıları, düz dünyacılar, Chemtrails ve benzeri komplo teorilerini sistematik şekilde savunan bu akımlar (sosyolog Colin Campbell’in tanımıyla Cultic Milieu) bize son derece komik gelen iddiaları bile şaşırtıcı bir biçimde ciddiye alır ve içselleştirir. O kadar ki, David Bardens, bir söyleşisinde ne kadar çok tehdit aldığını ve bir dönem koruma tutmak zorunda kaldığını anlatır (10). Bardens bu konuda yalnız değil. Aşı karşıtlarıyla ya da iklim sorunu inkârcılarıyla mücadele eden birçok aktivistin de benzer sorunlar yaşadığını biliyoruz. Yankı odalarında evrimleşen ve radikalleşen bu tür akımların komplo kültürüyle bütünleşmiş retoriklerinin ne kadar zor kırılabildiğini de gördük.

Yine de morali bozulanlar için şunun altını çizmek lazım: Birçok inkârcı akım, internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla daha geniş bir hareket alanı bulsalar da çıkardıkları gürültüye oranla daha cılız bir topluluk. Örneğin aşı konusundaki Facebook grupları analiz edildiğinde, özellikle kritik zamanlarda aşı karşıtlarının aşı yanlısı gruplardan daha hızlı geliştiğini ve daha çok taraftar topladıkları görülüyor (15).

Yine de büyük resimde gerçekler hala işe yarıyor. Yanlış bilgiyi yaymaktan kaçınmak, hatta doğrusunu işaret eden uyarılar kullanmak yalan haberin yayılımını yavaşlatıyor.

 

Kaynaklar

(1) Olaf Simons, Omi Hatashin, David Bardens, “The Bardens vs Lanka Case | Chronolgy and documentation”, Positivism, 15 Nisan 2016, http://positivists.org/blog/archives/3881

(2) Mark Gabrish Conlan, “Interview (with) Stefan Lanka, Challenging BOTH Mainstream and Alternative AIDS Views”, Zenger’s, Aralık 1998, https://www.virusmyth.com/aids/hiv/mcinterviewsl.htm

(3) Stefan Lanka, “HIV; Reality or Artefact?”, Continuum, Nisan/Mayıs 1995, http://www.virusmyth.com/aids/hiv/slartefact.htm

(4) Stefan Lanka, “The History of the Infection Theory”, Almanca’dan çeviren: Sacha Dobler, AbruptEarthChanges.com, 17 Kasım 2017, https://abruptearthchanges.com/2017/11/17/dr-stefan-lanka-the-history-of-the-infection-theory/

(5) Stefan Lanka, “Dismantling the Virus Theory: The “measles virus” as an example”, Wissenschafftplus – Das Magazin, Haziran 2015, http://wissenschafftplus.de/uploads/article/Dismantling-the-Virus-Theory.pdf

(6) Wikipedia – David Bardens, https://en.wikipedia.org/wiki/David_Bardens

(7) Stefan Lanka, “Das Masern-Virus – 100.000 Euro Belohnung”, 24 Kasım 2011, orijinal bağlantıdan arşivlenmiş, web.archive.org/web/20120329214816/http://www.klein-klein-verlag.de/Viren-%7C-Erschienen-in-2011/24112011-das-masern-virus-100000-euro-belohnung.html

(8) Steven Novella, “Yes, Dr. Lanka, Measles is Real”, 13 Mart 2015, https://theness.com/neurologicablog/index.php/yes-dr-lanka-measles-is-real/

(9) Pepijn van Erp, “The Proof in Bardens vs. Lanka – Measles in Court”, 14 Mart 2015, https://www.pepijnvanerp.nl/2015/03/the-proof-in-bardens-vs-lanka-measles-court/

(10) Olaf Simons, David Bardens, “Interview mit David Bardens nach dem zweiten Urteil im ‘Masernprozess’”, 05 Mayıs 2016, http://positivists.org/blog/archives/6201

(11) StackExchange Skeptics Bölümü, “Did Germany’s Supreme Court rule that the measles virus didn’t exist?” sorusuna verilen cevaplar. Ekim 2017, https://skeptics.stackexchange.com/questions/39817/did-germanys-supreme-court-rule-that-the-measles-virus-didnt-exist/39821#39821

(12) Pepijn van Erp. “Disappointing outcome of Bardens vs. Lanka: measles proven to exist, but anti-vaxxer Lanka keeps his money”, 23 Ocak 2017, https://www.pepijnvanerp.nl/2017/01/disappointing-outcome-of-bardens-vs-lanka-measles-proven-to-exist-but-anti-vaxxer-lanka-keeps-his-money/

(13) Jan Friedmann, “Impfgegner siegt vor Gericht“, Spiegel Online, 16 Şubat 2016, http://www.spiegel.de/panorama/justiz/masern-wette-impfgegner-muss-nicht-zahlen-a-1077601.html

(14) Dave Mihalovic, “Biologist wins Supreme Court case proving that the measles virus does not exist”, PreventDisease.com, 27 Ocak 2017, http://preventdisease.com/news/17/012717_Biologist-Proves-Measles-Isnt-Virus-Wins-Supreme-Court-Case.shtml

(15) Johnson, N.F., Velásquez, N., Restrepo, N.J. ve diğ. The online competition between pro- and anti-vaccination views. Nature (2020). https://doi.org/10.1038/s41586-020-2281-1

(16) Olaf Simons, David Bardens, “The Bardens vs. Lanka Case | an Interview with David Bardens”, Positivism, 23 Mayıs 2015, http://positivists.org/blog/archives/3663

(17) NYU Tandon School of Engineering. “Red-flagging misinformation could slow the spread of fake news on social media.” [Araştırma: Yanlış bilgi uyarıları sahte haberlerin sosyal medyada yayılmasını yavaşlatabilir], 2020, ScienceDaily http://www.sciencedaily.com/releases/2020/04/200428112542.htm, Çeviri: Teyit.org, https://teyit.org/arastirma-yanlis-bilgi-uyarilari-sahte-haberlerin-sosyal-medyada-yayilmasini-yavaslatabilir/

 

Meraklısına Notlar

Altı Makale:

David Bardens’ın Stefan Lanka’ya kanıt olarak gönderdiği makalelerin listesi şöyle;

  1. Enders JF, Peebles TC. Propagation in tissue cultures of cytopathogenic agents from patients with measles. Proc Soc Exp Biol Med. 1954 Jun;86(2):277-286.
  2. Bech V, Magnus Pv. Studies on measles virus in monkey kidney tissue cultures. Acta Pathol Microbiol Scand. 1959; 42(1): 75-85
  3. Horikami SM, Moyer SA. Structure, Transcription, and Replication of Measles Virus. Curr Top Microbiol Immunol. 1995; 191: 35-50.
  4. Nakai M, Imagawa DT. Electron microscopy of measels virus replication. J Virol. 1969 Feb; 3(2): 187-97.
  5. Lund GA, Tyrell, DL, Bradley RD, Scraba DG. The molecular length of measles virus RNA and the structural organization of measles nucleocapsids. J Gen Virol. 1984 Sep;65 (Pt 9):1535-42.
  6. Daikoku E, Morita C, Kohno T, Sano K. Analysis of Morphology and Infectivity of Measles Virus Particles. Bulletin of the Osaka Medical College. 2007; 53(2): 107-14.

Meydan Okumalar:

Stefan Lanka’nın kızamık virüsü konusundaki meydan okuması ilk değil, son olmayacak. Hatta bu alanda pek çoğumuzun aklına ilk gelen, James Randi’nin 1 milyon dolar ödüllü yarışması olacaktır. JREF (James Randi Educational Foundation – James Randi Eğitim Vakfı) tarafından düzenlenen yarışma 1964’te başlamış ve 2015’e kadar sürmüştür. Paranormal ve doğaüstü bir yetenek gösterebilen ve bunu önceden anlaşılmış bir bilimsel test prosedürü altında tekrar edebilenlere vadedilen ödülü tabi ki kimse kazanamamıştır.

Bilim karşıtları arasında da buna benzer (hatta belki de James Randi’den etkilenen) birçok meydan okuma olmuştur. Örneğin düz dünyacıların 10K eğiklik çağrısı, Deepak Chopra’nın “fikirlerin arkasındaki biyolojik mekanizmayı açıklayana” 1 milyon dolar vadetmesi veya yaratılışçı Kent Hovind’in evrimi kanıtlayanlara 250 bin dolar ödül vereceğini söylemesi akla hemen gelen birkaç tanesi.

Randi yarışmasının hatıra çeki. Pi sayısına dikkat 🙂

Tabi ki bu meydan okumalar, James Randi’ninki de dahil, bir nevi gösteri. Belirlenen hedefler oldukça oynak. Örneğin Kent Hovind, evrim kanıtı olarak türler arasında geçişkenlik, evrende ‘yıldız tozu’ndan gezegen oluşması gibi erişilmesi mümkün olmayan hedefler seçmektedir. Virolog Lanka da kuşkusuz, teknik olarak mümkün olmadığını bildiği bir hedef koymuş ve kızamık virüsünün tek bir makaleyle gösterilmesini beklemektedir.

Podcast 27:HAARP

$
0
0

Alaska Üniversitesi Fairbanks Üniversitesi bünyesinde yer alan Jeofizik Enstitüsü’ne bağlı HAARP (High Frequency Active Auroral Research Program – Yüksek Frekans Aktif Aurora Araştırma Programı) 16 hectar büyüklüğünde bir alana yayılmış birbirine bağlı kuleleri ile iyonosfer araştırmaları için veri topluyor.

Bu podcast bölümde ABD’de Alaska Üniversitesi bünyesinde bulunana HAARP (Yüksek Frekans Aktif Aurora Araştırma Programı) ve depremden zihin okumaya dek bu programa ilişkin üretilen komplo teorilerinden bahsediyoruz.

 

Yayın akışı:

  • HAARP nedir? Ne için kurulmuş ve burada yapılan çalışmalar neler?
  • Depremlerle HAARP’ın bir bağlantısı var mı?
  • HAARP’ın başka olası etkileri (iklim kontrolü, zihin kontrolü vs.) hakkında söylenenler ne kadar doğru?
  • Nikolai Tesla ve HAARP bağlantısının aslı nedir?

Bölümde bahsedilen kaynaklar/röportajlar ve ilgili bağlantılar:

Katılımcılar:

  • Işıl Arıcan
  • Kaan Öztürk

Yalansavar podcastinin bu bölümünü dinlemek için şu yöntemlerden birisini kullanabilirsiniz:

Aşı Karşıtı Belgesel “Aniden Öldü”, Düşünmenizi Değil, Etkilenmenizi İstiyor

$
0
0

Belli ki, “Aniden Öldü” belgeselinin yapımcıları konuyu etraflıca araştırmanızı istemiyor


Son haftalarda aşı karşıtları tarafından dolaşıma sokulan “Aniden Öldü” (Died Suddenly) propaganda belgeseli sosyal medyada tırmanışa geçmiş görünüyor. Yalansavar ekibi olarak bu konuda bir Türkçe kaynak olsun istedik ve belgeselin içerisindeki yanlış ve yanıltıcı bilgileri derleyen, aynı zamanda Covid-19 döneminde ortaya çıkan aşı karşıtlığının karakteristiğini ortaya koyan Jonathan Jarry’nin yazısını sizler için Türkçe’ye çevirdik. Christopher Labos’la birlikte sundukları Body of Evidence podcast’ini severek dinlediğimiz McGill Office for Science and Society’den Jonathan Jarry’ye çeviri izni için teşekkür ediyoruz ve keyifli okumalar diliyoruz.


İnsanlar, kaygılarının dikkate alındığını görmek isterler. Bu kaygıların göz ardı edilmesi önce güvenlerini kaybetmelerine, bunun sonucunda da ihtiyaç duydukları empatiyi yanlış kaynaklarda aramalarına neden olur.

Aşı karşıtı hareketin üyeleri ve onların medya uzantıları, kendilerini “umursayanlar” gibi göstermekte çok başarılıdır. Onların dışında kalanları ise -bilim insanları, doktorlar, politikacılar, gazeteciler- ya kayıtsız ya da düpedüz kötücül olarak betimlerler. Yaptıkları en son “belgesel” Aniden Öldü de, bu şefkat gösterisinin yeni bir uygulaması Bu belgesel aynı zamanda, aşıları konu alan büyük komplo teorilerini karıştırıp tek bir “büyük resme” yerleştiren, mutlak iyiyle saf kötü arasında geçen kutsal bir savaşı andıran yeni çağ komploculuğunun (1) doruk noktasını temsil ediyor.

Peki Aniden Öldü‘ye göre kıyameti kim haber verecek? Tahnitçiler (2)!

Hiç yoktan üretilen bir pıhtı hikayesi

Belgeselin bize sunduğu somut delil; ölen insanlardan, COVID-19 aşısı olduğu söylenenlerin bedenlerinde bulunduğu iddia edilen uzun, beyaz, lifli pıhtılar. Yine iddiaya göre bu kişilerin kanları bazen kahve telvesi içeriyormuşçasına kirli görünüyormuş. Bu iddiaların, kaynağı yanlış bilgi ve komplo teorilerine çanak tutmasıyla meşhur The Epoch Times isimli bir internet sitesine konuşan Alabama’dan tahnitçi Robert Hirschman. Hirschman ve diğer birkaç tahnitçi, Aniden Öldü‘de bulgularını aktarırken görüntüleri bulanıklaştırılıyor, sesleri değiştiriliyor ve ifadelerine çok önemli sırlar paylaşıyorlarmış ve programdan sonra tanık koruma programına gönderileceklermiş havası veriliyor.

Her komplo, kahraman bir muhbire ihtiyaç duyar ve Hirschman bu belgeselde pek çok muhbirden biri olarak lanse ediliyor. Meslektaşları otosansür uygularken o rahatça konuşabildiğini, çünkü bir cenaze levazımatçısında çalışmadığını söylüyor. Film, otopsi sırasında yapılan kesilerden çekip çıkarılan organik uzun sicimsi yapıları tekrar tekrar sahneye getirirken adeta kanlı bir korku filmine dönüşüyor. Uzaylıymış gibi görünen bu kauçuksu yapay dokuların etkisi bu görsel anlatımla giderek güçlenirken The Epoch Times haberinde konuşan bir kardiyolog bu pıhtıların “neredeyse çelik kadar güçlü” olduğunu söylüyor. Bu sahnelerin eğitimsiz bir göze verebileceği şok göz önüne alındığında, bu sözde “aşı pıhtılarının” TikTok’ta dolaşmasına da şaşmamalı.

Sorun şu ki, tahnitçiler ve cenaze evi yöneticileri tıp uzmanı değiller. Bunu yalnızca ben değil, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Ulusal Cenaze Evi Yöneticileri Derneği temsilcisi ile ayrıca doğa bilimlerinde lisans derecesine sahip bir cenaze evi yöneticisi ve tahnitçi olan Ben Schmidt de söylüyor. Schmidt, tahnitçilerin bulduğu pıhtılara dair ayrıntılı bir açıklama yazdı. Ölümden sonra pıhtılar oluşur, çünkü kandaki katı ve sıvı kısımlar birbirinden ayrılır, tahnit sırasında kullanılan formaldehit ve kalsiyum içeren sıvılar da bu pıhtılaşmayı hızlandırır. Soğutma da pıhtıların oluşmasında etkendir. Özellikle de COVID döneminde yaşanan ölüm sayılarındaki artış nedeniyle cesetlerin soğutucuda daha fazla beklemesi tahnitçilerin daha fazla pıhtılaşma görmelerine neden olur.

Tabi bir de ölümden önce oluşan pıhtılar var. Belgeselde iddia edilenlerin aksine, tahnitçiler genellikle ölen birinin önceden “sağlığının normal” olduğunu bilmezler ve birinin aşılanıp aşılanmamış olduğunu güvenilir bir şekilde öğrenemezler. Ayrıca kan pıhtıları, yaşarken başka nedenlerle de oluşabilir. AstraZeneca ve Johnson & Johnson tarafından geliştirilen COVID-19 aşıları, gerçekten de nadir – ve tekrarlamalıyım, nadir – olarak kan pıhtılaşma vakalarıyla ilişkilendirildi. Ancak bu vakalar için risk faktörleri arasında genellikle obezite, kanser, hareketsiz bir yaşam tarzı, hamilelik, aile öyküsü ve sigara yer alıyor. Bu arada Aniden Öldü‘den öğrenemeyeceğiniz bir pıhtılaşma risk faktorü de COVID-19’un kendisi. Bu sizi şaşırtabilir ama her altı dakikada bir Amerikalı, kan pıhtısı nedeniyle ölüyor. Yani ölümden önce veya sonra kan pıhtıları görülmesi oldukça yaygındır.

Anatomik patoloji uzmanı Irene Sansano’nun bir doğrulama sitesine söylediği gibi, Hirschman’ın gösterdiği pıhtılar, patologların pıhtılaşma sonrası yapılan otopsilerde düzenli olarak gördükleri pıhtılardan farklı görünmüyor. Tahnit sırasında görülen pıhtılarda gerçekten bir artış olup olmadığını bilmek için, dağınık anekdotlara güvenemeyiz. Bir artış olup olmadığını izleyebilmemiz için bir veri tabanı gerekir ve Schmidt’in işaret ettiği gibi, böyle bir veri tabanı mevcut değil.

Ancak, pıhtılaşmış sicimsilerin görüntüsü yeterince korkutucu değilse; Aniden Öldü, bize bayılan ve görünüşe göre düşerek ölen insanların montajlarını art arda göstererek isminin hakkını vermeye istekli. Bağlam bir yana, bu videolar tedirgin edici. Ancak Twitter’daki The Real Truther hesabı, çoğunun aslında göründüğü gibi olmadığını gösterdi. Kendinden geçen ve hareket halindeki bir trene düşen kadın mı? Adı Candela’ymış. Düşük tansiyon nedeniyle bayılmış ve kırık bir kafatasına rağmen halen hayatta. Sahada yere yığılan o genç basketbolcu? Adı Keyontae Johnson ve kullanılan bayılma görüntüsü 12 Aralık 2020 tarihinden, yani COVID-19 aşıları henüz ortada yokken. O görüntülerden sonra sahalara geri döndü ve yakın zamanda Kansas State takımı ile sözleşme imzaladı. Bu insanlar ölmedi. Komploculuk el kitabından bir cümle ödünç alacak olursak, bize yalan söylendi.

Her beş kişiden birisi hayatı boyunca en az bir kez senkop geçirir, yani kan basıncındaki düşüşün neden olduğu geçici bilinç kaybı yaşar. Günümüzde kameraların yaygınlığı da göz önüne alındığında, birinin senkop geçirirken videoya kaydedilmesi gayet normalken filmde bu görüntüler peşpeşe oynatılarak “bir şeylerin doğru olmadığı” hissini vermek için kullanılmış.

Belgeselin kendisi dışında adına açılmış Twitter hesabı da, aşı karşıtı pek çok diğer hesapla birlikte “aniden öldü” ifadesini aşılara karşı bir savaş narası olarak kullandı. Filmin yapımcılarından biri olan Stew Peters, Kanadalı doktorların hayatlarının baharında patır patır öldüklerini iddia eden bir kadınla röportaj yaptı. Peters sözlerini esirgemedi: “Neler olup bittiğini kesinlikle, %100 biliyoruz. Üstünü örtmek istiyorlar. Doktorlar ölüyor ve bu aptal aşılar yüzünden ölüyorlar.” Bu iddiaya kanıt olarak Kanada Tabipler Birliği’nin ölenlerin hatırası adına yaptığı web sayfasını gösteriyorlar. Bu sayfayı biraz inceledim. Peters’ın röportajının yayınlandığı tarihte (bu yılın 22 Ağustos’unda) anılan son on doktora baktım. Bu listede çoğu vefat için ölüm nedeni belirtilmez. Bazılarının ölüm ilanlarında Alzheimer, vasküler bunama, COVID-19 ve iki yıl süren beyin kanseri gibi rahatsızlıklar belirtilmiş. Fakat bu on hekimin öldüğü zamanki yaşlarının ortalaması? 82. En küçükleri 64 yaşındaydı. Hayatlarının baharındaydı demek biraz zor. İddiada bulunan aynı kadının bir hipotezi de Alberta’ya en zehirli aşı partisinin gönderildiği. Bunun sebebi olarak da burada yaşayanların Justin Trudeau’ya oy vermemesini gösteriyor. Pandemi sırasındaki yüksek ölüm oranını başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Aniden Öldü filminin Twitter hesabı, ayda 8 dolar ödeyerek aldığı mavi tık işaretinin verdiği sahte yetkinlikle, aşıdan öldüğünü iddia ettiği insanların hatırası olarak upuzun bir isim listesi yayınlıyor. Bu listeye Batman’i seslendiren fakat yakın zamanda bağırsak kanserinden kaybettiğimiz Kevin Conroy da dahil. Bu isimler arasında gezinirken, listenin aniden ölen, kısa bir hastalıktan sonra ölen, uzun bir hastalıktan sonra ölen, kanserden veya bağışıklık rahatsızlığından veya viral bir enfeksiyondan ölen herkesi içerdiği anlaşılıyor. Bu kişilerin aşılanma durumlarını bile çoğunlukla bilmiyoruz. Basitçe söylemek gerekirse, aşılar piyasaya sürüldükten sonra ölen herkesi artık aşıyla ölmüş sayıyorlar..

Aniden Öldü‘de konuşan ve kendini aşı karşıtı olarak tanımlayan cenaze yöneticilerinden biri, Google’a gidip “aniden öldü” yazmamızı söylemişti. Onu dinledim ve söylediğini yaptım.

Rahatsız edici bir şekilde, okul bahçesinde oynarken yere yığıldıktan sonra aniden ölen 13 yaşında bir erkek çocuk, bilinen bir sağlık sorunu olmaksızın evinde aniden ölen 38 yaşındaki bir yayımcı; hatta aktör Joseph Gordon-Levitt’in 36 yaşında aniden ölen kardeşi bulduklarımdan yalnızca üçüydü. Tabi size söylemediğim şey; 2010 yılı için arama yaptığım. Ani ölümler yeni bir kavram değil. Bulduğum örneklerden birisi özellikle üzücüydü: Adı Kalina’ydı ve o akşam aniden hastalanıp ölmeden önce hiçbir hastalık belirtisi göstermemişti. Kalina sadece 25 yaşındaydı ve dört aylık bir süre içinde aynı iş yerinde ölen üçüncü yetişkindi.

Korkutucu, değil mi? Yalnızca Kalina’nın 2010’da SeaWorld Orlando’da ölen bir katil balina olması dışında.

Aniden Öldü’nün yaptığı biraz mezar hırsızlığına benziyor. Temel gazetecilik ilkelerini hiçe sayarak çevrimiçi ölüm ilanlarını yağmalıyor ve vefat etmiş insanların yüzleriyle sözde bilimsel bir korku hikayesi bir araya getiriyor.

Aniden Öldü‘nün yapımcıları düşünmenizi değil, hissetmenizi istiyorlar. Öte yandan aşı karşıtı hareketin klasik “kendi araştırmanızı yapın” nasihatlerini dinlerseniz, belgeselde kullanılan argümanların araştırma yaptıkça battığını görebilirsiniz. Size söyledikleri doğru çıkarsa da, doğruluk kontrolü yapmış olurdunuz.

Sattıkları komplo destansı boyutlara ulaşıyor olsa da anlatılanların hiçbiri yeni değil.

Aynı hamurdan yoğrulmuş

Aniden Öldü, COVID-19 sonrası aşı karşıtı hareketi inceleyen bizlere öğretici olabilir; bu hareketin özelliklerini anlamamıza ve ilerleyişini görmemize yardım edebilir.

Güdümlü düşünceye tanıklık ediyoruz: Aşıların güvenli olmadığı sonucundan yola çıkıyor, ve sadece bu sonuçla eşleşen kanıtların arıyorlar. Bir yandan da ısrarlı bir “bundan sonra oldu, demek ki bundan dolayı oldu” anlatısıyla 2021’den itibaren ölen herkesi aşı kurbanı ilan ettiklerini, aşıların sizi anında veya gecikmeli olarak öldürdüğünü, veya önceden var olan bir rahatsızlığı daha da ağırlaştırdığını iddia ettiklerini görüyoruz. “VAERS (3) korkutma” taktiğinin benimsendiğini de gözlüyoruz, çünkü “aşı olduktan sonra meydana gelen kötü şeyler” veri tabanı kolayca taranıyor ve istenen yan etki mutlaka bulunuyor.

Aniden Öldü, bilim inkarının olmazsa olmazlarından sahte uzmanlara da yer veriyor. Örneğin VAERS aramalarıyla korkutma kısmı girişimci Steve Kirsch tarafından ele alınıyor. Kirsch’ü Bağışıklama Uygulamaları Danışma Komitesi başkanı Dr. Grace Lee’nin özel konutunu davetsiz olduğu halde tekrar tekrar ziyaret etmesi sonrası polis tarafından durdurulurken görüyoruz. Polislere, “Blogger” olduğunu söylemek yerine kendisine daha süslü bir ünvan uyduruyor ve “Substack’dan bir gazeteci” olduğunu söylüyor. Büyük bir özgüvenle, kimsenin aşıların içinde ne olduğunu merak etmediğini iddia ediyor. Ona göre hiç bir gazeteci, o küçük şişede ne olduğunu sormamış. Öte yandan COVID-19 aşılarında ne olduğu konusunda bu kadar çok endişe olması komik, çünkü aşı üreticileri aşılamanın başlangıcında içerik listelerini yayınladılar ve bu listeler ana akım medyada da yer buldu. Tabi sırf kendisiyle tartışmayı reddettiğim için blogunda bana korkak tavuk diyen olgunlukta birinden doğruyu söylemek konusunda da çok fazla özen beklemiyoruz.

Belgeselde askeri bir ifşacı (whisleblower), 18-64 yaş grubundaki ölümlerin %40 arttığını söylerken aşıları işaret ediyor. Tabi ki bu artışın aşılardan değil, aslında COVID-19 pandemisinin kendisinden kaynaklandığını biliyoruz. Zaten kan pıhtılaşmasından ölüm sayısındaki artışa kadar virüsün neden olduğu her şey aşıların üzerine atılıyor.

Aniden Öldü, hem Twitter hem Rumble (ifade özgürlüğü haklarını yüksek sesle ilan eden muhafazakarlar tarafından tercih edilen alternatif video platformu) platformlarında prömiyer yaptı ve bu yazının ilk yayınlandığı tarih itibariyle toplam 8 milyon görüntülemeye ulaştı. Belgeselin altı, ana akımın dışında yaşayanların endişelerini yansıtan sponsor bağlantılarıyla dolu: Hayatta kalma yiyecekleri, “erkeksi” takviyeler ve değerli metal yatırımları (4). Mike Lindell’in (5) MyPillow şirketine de bir bağlantı var. Aşı karşıtı hareketin ince ve nüanslı göndermeleri bir kenara bırakıldı: İzleyicilerden “aşı karşıtı aktivizmi desteklemeleri” isteniyor. Artık maskeye gerek yok.

Bu arada, film her şeyi komplolara bezenmiş bir mantar panoya asıyor. Jeffrey Epstein, Anthony Fauci, Justin Trudeau, Greta Thunberg ve Bill Gates ekrandan geçip giderken MKUltra‘dan bahsediliyor ve o kötü şöhretli Sasquatch (koca ayak) kandırmacasından bir video klip izliyoruz.

Bir klip de bir basın gezisi sırasında Malthus teorisini açıklayan Tom Hanks’den geliyor ​​ve bu da bizi belgeselin nihai teziyle tanıştırıyor: COVID-19 salgını, görünüşe göre askeri güçlerimizi yok etmek, hamilelere zarar vermek ve olabildiğince insan öldürmek için tasarlanmış ölümcül bir aşıyı piyasaya sürmek için bir bahaneymiş. Tıpkı Thomas Malthus’un bir zamanlar yazdığı gibi, bir gün nüfusumuz sayıca herkese yetebilme noktasını aşacakmış ve büyük güçler bu nedenle bir çözüm bulmak zorundaymış: Enjekte edilebilir bir biyolojik silah…

İşte burada yeni çağ komploculuğu devreye giriyor. Aniden Öldü’nün anlatısı doruk noktasına tırmanırken olayın dini inanç boyutu da açıklığa kavuşturuluyor ve komplo tüm kapsamıyla ortaya konuyor. Bize söylenen, bunun ruhani bir savaş olduğu. Buna göre nüfusu azaltma gündemi, kötülüğün güçleri tarafından yazılmış ve Tanrı’nın bize verdiği görev, bu plana karşı koymakmış.

Aşı karşıtı hareket kendisini yalnızca bir endüstrinin karşıtı olarak konumlandırmaktan öte, artık çığlığıyla ilahi kurtuluşa çağrı yapıyor..

Önemseyenler

Filmin temel iddialarını ele almayan ama filmin yüzeysel ithamlarını ele alan medya kuruluşlarının yazdıklarını okudum. Anlıyorum. Aşı karşıtı söylemin çılgın bir heyecan kasırgası şeklinde yayılması o kadar bariz ki nutkumuz tutuluyor. Kaale almamaya, kızmaya veya ahmaklığın yaygınlaştığını söyleyip geçmeye meyilliyiz.

Bu türden üstünkörü şüpheciliğin – hızlı, genellikle kendini beğenmiş -, her ne kadar mazur görülse de, Aniden Ölmek gibi bir filmin ekmeğine yağ sürmesinden endişeleniyorum. Bu cesur ve “gerçeği söyleyenler” umursayan insanlar olarak gösteriliyor. Onlar ölümleri önlemek istiyorlar. İnsanların hayatlarını kurtarmak için eylemsizlik duvarını yıkıyorlar ve kötülük bulutlarını dağıtıyorlar. Kameranın sığ alan derinliği, profesyonel aydınlatma, sinir bozucu müzik ve iyi bir kurgunun hikaye anlatma gücüyle desteklenen bu sahne şovu, ikna edici bir tuzak haline geliyor.

Bence bu türden propagandaları gelişigüzel bir şekilde yok saymamız fayda getirmiyor. Bunların peşine düşen insanları ikna etmek istiyorsak – ikna edilmesi zor olan inatçı inananları değil, korkan ama yine de mantığı dinlemeye istekli olanları – empatiyi elden bırakmadan, yapılan iddiaların gerçekliklerini kontrol etmeliyiz. Aşı karşıtı propagandanın korkuluklarını alaşağı etmenin ne kadar kolay olduğunu göstermeliyiz.

Sabırlı olmaya ihtiyacımız var. Bu günlerde sabırlı olmak ne kadar zor olsa da.

Kıssadan hisse:

  • Aşı karşıtı “belgesel” Aniden Öldü, COVID-19 aşılarının, insanları aniden öldüren pıhtılar yaratarak dünyanın nüfusunu azaltmayı amaçlayan biyolojik silahlar olduğunu iddia ediyor
  • Filmde tahnitçilerin gösterdiği pıhtılar, tıp uzmanlarına göre hayatta ve ölümden sonra da yaygın olarak görülen pıhtılardan farklı değil.
  • Filmin aniden öldüğüne inanmamızı istediği insanların bir çoğu aslında ölmedi.

Orijinal yazı: The Anti-Vaccine Documentary Died Suddenly Wants You to Feel, Not Think, Jonathan Jarry M.Sc. / McGill Office for Science and Society. Çeviren: Serdar Başeğmez (Yalansavar)


Dipnotlar:

  1. Yazar burada Conspirituality kavramını kullanıyor. Yeni çağ komploculuğu olarak çevirdiğimiz bu kavram, komplo teorileriyle yeni çağ spirütüelliğinin iç içe geçtiği hareketleri tanımlamak için sosyologlar Charlotte Ward and David Voas tarafından türetilmiş bir kelime.
  2. Tahnitçi (ing. embalmer), ölü bedenlerin bozulmalarını engellemek için onları kimyasal işlemlerden geçiren kişi, mumyalayıcı. Türkiye’de cenazeler bu tip işlemlerden geçirilmese de ABD’de çok yaygın bir uygulamadır.
  3. VAERS: Vaccine Adverse Event Reporting System, Aşı Yan Etkileri Bilgilendirme Sistemi, ABD’de piyasaya sunulan aşıların yan etkilerini izlemek üzere kurulan ve teyit edilmemiş raporların yüklendiği merkezi bir veritabanı.
  4. Uzun ömürlü hayatta kalma yiyecekleri ve değerli metaller özellikle Covid19 döneminde farklı ideolojiden birçok grupta yükselişe geçen “survivalism” akımı nedeniyle çok tercih edilen ürünler.
  5. Amerikalı aşırı sağcı ve komplo teorisyeni politik aktivist.

Lozan Antlaşması’nın 100. Yılında Komplo Teorileri ve Gizli Maddelerin İzinde

$
0
0

Bu yazı, yazarımız Serdar Başeğmez’in 29 Mart 2023 tarihinde The Skeptic Magazine’de yayınlanan “In Turkey, conspiracy theories about the Peace Treaty of Lausanne run riot” başlıklı yazısından çeşitli değişikliklerle çevrilmiştir.


2023 yılının ilk günlerinde Ankara’da toprak altından çıkarılan jelibon rezervleri, Gaziantep’te bulunan ham petrol nehirleri gibi bir dizi sosyal medya şakasına rastladık. Bu espriler, modern Türkiye’nin kuruluş belgesi olarak kabul edilen Lozan Antlaşması çevresinde oluşan bir dizi komplo teorisine gönderme yapıyordu. Antlaşmanın imzalanmasının yüzüncü yılını kutlarken Lozan etrafında dönen komplocu anlatıyı ele alan bir Yalansavar analizi yapmak yerinde olur diye düşündük. Keyifli okumalar…

Lozan Antlaşması üzerine dolaşan birkaç farklı komplo teorisi dikkat çekiyor. Komplonun yaygın bir versiyonunda Lozan delegelerinin Lozan Palace Oteli’nin bodrum katında gizlice buluşmaları ve 21 maddelik bir gizli antlaşmaya imza atmalarından bahsediliyor. Bu gizli maddelerin içeriği konusunda da farklı iddialar var. Artık kültürel bir mem haline gelen iddialardan birisi ülkemizdeki bor madenlerini işletmemizin engellenmesi. Ayrıca petrol rezervlerinden faydalanmamızın yasaklanması ve boğaz geçişlerinden vergi almamızın engellenmesi gibi efsaneler de gizli maddeler iddiasıyla birlikte dolaşıyor. Komplo teorisinin devamında antlaşmanın 100. Yıldönümünde bu ek maddelerin, antlaşmanın kendisiyle birlikte otomatikman sona ereceği, böylece Türkiye’nin ekonomik prangalarından kurtularak bir dünya devi olacağı müjdeleniyor.

Kötümser bir senaryo da antlaşmanın sona ermesi üzerine kurulu. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sonrasında elde ettiği kazanımları kaybedeceğinden bahseden komplo anlatısı, Fener Patrikhanesinin ekümenik olmasından Sevr Antlaşması’nın işgal maddelerinin devreye girmesine kadar bir dizi korkulu senaryoyla servis ediliyor. Komplo anlatısının farklı varyasyonları adaların Lozan Antlaşması’yla verildiği, Yunanistan’ın borçlarının silindiği gibi pek çok alt yanlış bilgiyle dolaşıma sokuluyor.

Bu iddiaların doğru olmadığını biliyoruz. Açık kaynaklardan faydalanarak bu iddiaların tamamını kolayca çürütmek mümkün. Nitekim bu komplo teorileri defalarca tekrarlanınca doğrulama kuruluşları Teyit, Malumatfuruş ve Doğruluk Payı ayrıntılı incelemeler yayınlamışlardı. Ne de olsa bu iddiaların doğru olabileceğine inananların sayısının bir hayli fazla olduğu, Konda tarafından 2018 yılında yapılan “Popülist Tutum, Negatif Kimliklenme ve Komploculuk” konulu araştırmada ortaya çıkmıştı. Çıktığı dönemde sosyal medyada yoğun gündem yaratan bu ankette, katılanların %48’i “Lozan Antlaşması 2023’te sona erecek” ifadesine katıldığını söylemişti.

Elbette örneklemin temsiliyeti ya da seçim yanlılığı gibi sorunlar, bu ve buna benzer anketlerde abartılı sonuçlara neden olabilir. Öte yandan olumlu cevap veren katılımcıların politik tercihleri ve eğitim durumlarındaki dağılım, Lozan’ın modern Türkiye tarihinde simgesel bir önemi olmasıyla açıklanabilir mi? Bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde incelemeden önce, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı dönemi hatırlatmakta fayda var.

Mağlubiyetten Zafere: Sevr ve Lozan

Lise tarih derslerinden hatırladığımız gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinden iki yıl sonra, Müttefik Devletler ve Osmanlı İmparatorluğu arasında bir barış antlaşması imzalanmıştı. 1920’de imzalanan 433 maddelik Sevr Antlaşması, galip devletlerin daha önce çeşitli gizli anlaşmalarla kararlaştırdıkları şekilde, savaşta yenilmiş olan Osmanlı Devletinin askeri, politik ve ekonomik olarak cezalandırılmasını amaçlıyordu. Osmanlı İmparatorluğunun hemen hemen aynı aylarda tarihe karışıp yerini Ankara’daki hükümete bırakması yüzünden antlaşma hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanamamış olsa da tarihimizde bir travma anını temsil eden bir dönüm noktası olarak kayda geçmişti. Osmanlı toprakları üzerindeki ekonomik imtiyaz bölgelerini gören fakat sıklıkla toprak paylaşımı olarak lanse edilen “Sevr haritası” eşliğinde Sevr, hepimizin hafızamıza kazınmış, dönemin şiirlerine ve marşlarına konu olmuştu (Tziarras, 2022). Bazı tarihçiler, Sevr’e gönderme yaparak birçok komplo teorisine temel olan ‘üzerimizde oyunlar oynayan yabancı güçler ve onların işbirlikçileri’ odaklı kaygıları “Sevr Sendromu” olarak isimlendirir.

Sevr Antlaşması’nın imzalandığı zamanlarda Osmanlı Türkçesinde hazırlanmış bir haritanın 1927’de restore edilmiş hali. Kaynak: Vikipedi

Sevr Antlaşması’nın görüşmeleri sürerken İstanbul dışında bir direniş hareketi oluşuyordu. Liderliği daha sonra Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından üstlenilecek Türk Ulusal Hareketi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrı bir yol çizerek Ankara’da yeni bir devletin temellerini atıyordu. Direniş hareketi, Sevr Antlaşması’nı çok şiddetli bir şekilde reddederken son Osmanlı meclisi tarafından kararlaştırılan Misak-ı Milli’yi bir siyasal manifesto olarak belirlemişti. Ardından gelen Kurtuluş Savaşı’nın 1922 sonbaharında zaferle sonuçlanması, Türkiye’nin elini yeni bir barış antlaşması için güçlendirmişti. Böylece, ertesi sene, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla yeni Türkiye’nin egemenliği resmi olarak tanınmış, ülke sınırları belirlenmiş ve Osmanlı borçlarından ülke içindeki azınlıkların haklarına kadar birçok konu karara bağlanmıştı.

2018’de Fransa’da sergilenen orijinal antlaşma. Kaynak: Zeynep Gürcanlı*

Lozan müzakereleri her iki taraf için de çok zor geçti. Türkiye 13 yıl neredeyse aralıksız süren savaşların ardından ekonomik olarak tamamen yıkılmış, nüfusunun önemli bir bölümünü kaybetmişti. Karşı taraftaki muzaffer devletler ise hala askeri ve ekonomik olarak çok güçlü olsalar da, demokrasi ile yönetilen bu ülkelerdeki insanlar 4 yıllık büyük savaşın getirdiği yıkımlardan yılmış haldeydiler. Dolayısıyla müzakere süreci, her iki tarafın da çeşitli tavizler vermesini gerektiriyordu. Öyle ki, Lozan’daki görüşmeler başlangıçtan kısa bir süre sonra tıkanmış ve taraflar görüşmelere bir süre ara vermişlerdi.

Türk Delegasyonu’nun başına atanan İsmet (İnönü) Paşa‘nın önündeki problemlerden belki de en önemlisi Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar içinde görülen Musul vilayeti ile ilgiliydi. Türk heyetinin bu yönde ikna etmesi gereken isim, Sevr Antlaşması’nın da mimarlarından biri olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon idi. Kapitülasyonları ve savaş tazminatlarını kaldırtmayı başaran Türkiye, Musul’la birlikte boğazlar üzerinde tam kontrol elde edemedi ve Hatay başta olmak üzere başka tavizler de vermek zorunda kaldı.

Bu sorunlardan bazıları 1930’larda çözüme ulaşsa da, o günler için bazı tavizler başarısızlık olarak görülüyordu. O dönem, Mustafa Kemal’in politik muhaliflerinin oluşturduğu İkinci Grup, konferans delegasyonuna çok sert eleştiriler yöneltiyordu. Meclisteki tartışmalar o kadar yoğunlaştı ki, hükümet önce Lozan Antlaşması’yla ilgili yetkileri tamamen üzerine almayı denedi. Fakat Musul’un kaybedileceği de belli olunca gelen yeni muhalefet dalgası İkinci Grup üyelerinin önemli bir kısmının tasfiye edileceği erken seçim sürecini başlattı.

Lozan’daki Türk delegasyonuna ait karikatür, Alois Derso ve Emery Kelèn, The Lausanne Project kapsamında CC BY-NC-ND lisansıyla paylaştı.

Lozan’ın Yanındakiler ve Lozan’ın Karşısındakiler

Modern Türkiye tarihinin en önemli sembollerinden birisi olan Lozan Antlaşması, iki yüzyıllık bir gerilemenin ardından bir zafer anını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en karanlık zamanlarından sonra ortaya çıkan yeni bir başlangıç fırsatını temsil etmekteydi. İmparatorluk, kaynaklarını ve bağımsızlığını düşmanlarına teslim etmişti, ancak Türkiye, I. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş ülkeler arasında, Müttefikler’in ağır tazminatlarını reddebilen tek ülke olmuştu. Antlaşma, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti için yeni bir geleceğe doğru bir dönüm noktasını işaret eden zafer anlatısının en kilit parçasıydı. Dolayısıyla, yeni rejimin ve kurucu kadroların karşısında yer alan politik çevreler için de bu anlatının hedef alınması beklenebilecek bir şeydi, beklendiği gibi de oldu.

Lozan Konferansı’ndaki Türk delegasyonunun bir üyesi Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul hahambaşısı Haim Nahum Efendi idi. Nahum, İngilizlerle ve Fransızlarla kurduğu yakın ilişkisiyle biliniyordu. Ankara hükümeti, onun geniş bağlantılarından yararlanmak istemiş, bir yandan da yeni Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşlarıyla kapsayıcı ilişkiler kurabileceğini göstermek için onu delegasyona dahil etmişti. Ancak, bu pragmatik karar, sonradan komplo teorilerine antisemitik bir malzeme eklemiş oldu. Örneğin, delegasyonun bir diğer üyesi Rıza Nur, anılarında Haim Nahum Efendi’nin delegasyonu etkilemeye çalıştığını ima ederken “tipik Yahudi ısrarcılığı” ile İsmet Paşa’ya yaklaştığını ve kendisinin İsmet Paşa’yı hahamın etkisinden kurtardığını öne sürmüştü (Gürpınar, 2020).

Antlaşmanın daha geniş anlamda bir Yahudi tertibi olduğu yönündeki komplo teorileri ise, 1949-50’de “Detective X One” takma adını kullanan bir yazarın aşırı sağcı Büyük Doğu dergisinde yayınlanan “İfşa” ve “İsmet Paşa ve Lozan’ın iç yüzü” isimlerini taşıyan bir dizi makale sonrasında bağlam kazandı. Baştan aşağı antisemitik ifadeler ve figürler içeren yazının arkasındaki “Detective X One”, o dönemde politik ‘zulüm’den korunmak için takma ad kullanan meşhur bir İslamcı ideolog olan Necip Fazıl Kısakürek’ten başkası değildi.

Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’da 1949’da yayınlanan ilk makalesi, antisemitik ifadelerle dikkat çekiyor.

İsrail devletinin 1948’deki kuruluşunun İslam dünyasında yarattığı infial ortamının etkisindeki Kısakürek, zaten antisemitik komplo teorilerine oldukça mesai harcamış bir yazardı. Daha önce ünlü antisemitik metin “Siyon Protokolleri“ni (The Protocols of the Elders of Zion) Türkçe’ye çevirmişti. Ayrıca, seküler milliyetçi cumhuriyetin yerine İslamcı bir cumhuriyet getirilmesinin önemli bir destekçisiydi. Dolayısıyla, Nahum ve onun hakkında yazılanları kendi ideolojisi çerçevesinde kafasında tekrar şekillendirdi. Ona göre, Nahum, Lord Curzon’u Türk delegasyonunun taleplerini kabul etmesi konusunda ikna etmişti. Karşılığında, Türkiye Cumhuriyeti hilafeti kaldıracak ve İslam’dan uzaklaşacaktı.

Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’da 1950’de yayınlanan ikinci makale serisi, komplonun en kapsamlı tasviridir. Kaynak: Yıldıray Oğur, Karar

Komplo teorisinin antisemitik boyutu yalnızca Nahum’la kısıtlı kalmamıştı. Bir başka şüpheli, 31 Mart sonrası dönemin Maliye Nazırı Cavid Bey (1875-1926) idi (Gürpınar, 2020). Lozan görüşmeleri sırasında maliye konularında danışmanlık vermek üzere delegasyona alınan Cavid Bey ittihatçı kökenliydi. Hakkında Sabetaycı ve İngiliz sempatizanı olduğu söylentileri vardı ve üstelik Atatürk’e suikast davasında yargılanıp idam edilmişti. Bu yüzden pek çok komplo teorisinin merkezinde yer almaktaydı.

Gazeteci Yıldıray Oğur, komplo teorilerinin bir diğer kaynağının da İbrahim Arvas olabileceğini öne sürmektedir. Arvas; Necip Fazıl’ın Nakşibendi tarikatındaki mürşidi ve şeyhi olan Abdülhakim Arvasi’nin damadıydı ve Lozan görüşmeleri sırasında milletvekiliydi. Çok sayıda tartışmalı iddiaya yer verdiği anılarında, aynı zamanda Lozan’da alınan “gizli” kararları da anlatmıştı. İddiasına göre Lozan’da İslam’ın kaldırılması ve Türkiye’de Hristiyanlığın ilan edilmesi yönünde tavizler verilmişti. Necip Fazıl, Arvas’ı çok yakından tanıyordu, ancak Arvas’ın anıları Necip Fazıl’ın makalelerinden sonra yazıldı. Dolayısıyla, kimin kimden etkilendiği konusunda çok kesin bilgi sahibi değiliz. Fakat antisemitik düşüncelerini açık açık söyleyen, CHP’den dışlandıktan sonra İnönü’ye karşı duyduğu nefreti de gizlemeyen eski bir politikacı olarak Arvas’ın, anılarında Lozan karşıtı anlatılara bolca yer vermesi şaşırtıcı değil.

Aslında Arvas’ın bu yaklaşımı genel bir pratiğin yansıması gibi görünmekte. Türkiye’deki Osmanlıcı/İslamcı gelenek, en baştan beri kurucu ideolojiye karşı Atatürk dönemi üzerinden muhalefet edemediği için İnönü CHP’si dönemi, bir karşı söylem için daha uygun bir zemin oluşturmaktaydı. Lozan Antlaşması da bu karşı söylem için çok uygun adaydı, ne de olsa İnönü, anlaşmaya imza atan delegasyonun başında yer almıştı.

Bu zemini kullananlardan birisi de İslamcı komplo teorisyeni ve araştırmacı yazar Kadir Mısıroğlu idi. 1960’larda yazdığı “Lozan zafer mi hezimet mi?” kitabı yeni bir Lozan karşıtı söylemin temellerini atmıştı. Mısıroğlu Lozan’ın Osmanlı’nın görkemli mirasını yok etmek için uygulanan gizli bir planın parçası olduğunu iddia etmekteydi. Bu anlatı, İkinci Grup tarafından yapılan muhalefeti tekrarlamanın yanısıra Osmanlı İmparatorluğunun çökmüş olduğu gerçeğini görmezden gelen neo-Osmanlıcı revizyonist bir tarih bakış açısı içermekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun eski ihtişamı ve büyüklüğüne duyulan nostalji ve özlem, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasıyla İslami yaşam tarzına ve geleneklere karşı uygulanan katı laiklik, “Lozan Hezimettir” anlatısının taraftar bulmasına zemin hazırlamaktaydı (Tziarras, 2022).

İslamcı yazar Kadir Mısıroğlu’nun 1964’te yazdığı “Lozan Zafer mi, hezimet mi?” kitabı Lozan karşıtı anlatının önemli yapıtaşlarından birisi olmuştur.

Yakın Döneminde Lozan Komploları

Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından temsil edilen Siyasi İslamcılığın, Mısıroğlu, Kısakürek gibi ideologlardan bir hayli etkilendiklerini düşünürsek, AKP çevrelerinin, Lozan Antlaşması’na karşı bir tutum almaları sürpriz olmazdı. Bazı AKP’li politikacılar, gerçekten de Lozan karşıtı anlatıyı sık sık dillendirdiler. Yine de Lozan komploları günlük propagandanın aracı olmaktan öteye gidemedi. Hatta Nisan 2022’de Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER), kendisine doğrudan iletilen bir soruya “Lozan Barış Antlaşması’nda gizli maddeler bulunmamakta olup, maden çıkartmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır.yanıtını vermişti.

AKP kurmayları ise antlaşmayı Türk tarihinin milliyetçi bir unsuru olarak gördüğünden antlaşmanın her yıl dönümünde tarihi başarıları ve “emperyalist batıya” karşı kazanılan zaferi alkışlarken, diğer zamanlarda politik söylemlerini desteklemek için Lozan karşıtı anlatıdan faydalanmaktan geri kalmadılar. Ayrıca, uluslararası politikada takip edilen neo-Osmanlıcı gündem sebebiyle, Erdoğan Lozan’ı değişik şekillerde gündeme getirdi.

Erdoğan ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas arasındaki toplantıda, 16 Türk devletini temsil ettiği söylenen askerler, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi protokolünün bir parçası oldu. AKP’nin dış politikada neo-Osmanlı bir yaklaşım benimsediği biliniyor. Kaynak

Çemberi AKP’nin yakın çevresine doğru genişlettiğimizde bu komplo teorilerinin ilgisiz olaylarla birlikte dile getirildiğini görebiliriz. Örneğin Lozan komplolarını sıkça tekrar eden İslamcı yazar Mehmet Şevket Eygi, 2007’deki Cumhurbaşkanı seçimi krizini Lozan Antlaşması’nın gizli protokollerine bağlamış, verdiği bir röportajda Haim Nahum’un Lozan’da verdiği teminatlardan bahsederek “Birtakım büyük makamlara Müslüman bir Türk’ün çıkması mümkün değil.” ifadesini kullanmıştı.

2011 seçimleri için ortaya koyulan “2023 Vizyonu” planı sonrası AKP seçmeninde heyecan yaratan “Yeni Türkiye” duygusu da Lozan konusunun çeşitli şekillerde kullanılmasına neden oldu. Bir üniversite rektöründen belediye başkanına ve köşe yazarlarına kadar pek çok kişi Lozan Antlaşması hakkında komplo teorileri ve yanıltıcı iddiaları yaydı. Erdoğan’ın iç ve dış politikadaki Lozan çıkışları da onu destekleyen medya organları tarafından, üzerine komplo teorileri eklenerek tekrarlandı. Örneğin, AKP hükümetinin sadık destekçilerinden Yeni Şafak, 2018’de Erdoğan’ın Lozan ve adalar üzerine yaptığı bir açıklamayı haberleştirdi. Bu habere, Erdoğan’ın bizzat Dışişleri Bakanlığı’na Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerini yayınlaması talimatını verdiğini de ekledi.

Ulusalcı kesimden komplo teorilerine meyilli olanlar ise antlaşmanın sona ereceği iddialarına yabancı değildi. Özellikle AKP iktidarının başından beri süregelen rejim odaklı endişeler, İslamcıların Atatürk’ün mirasını değiştirme niyetini Lozan üzerinden gerçekleştireceği endişelerine neden oldu. Fakat bu endişeler Lozan’ın gizli maddeleri olduğu ve yürürlükten kalkacağından ziyade “bir takım odakların” Lozan’ı kaldırıp Sevr koşullarını geri getirmek için uğraştığı şeklinde seyretti. Yani mevcut komplo teorisinin kendisinin bir komplo olduğu inanışı vardı.

Sosyal medyanın 2000’li yıllarda ortaya çıkmasıyla birlikte komplo teorisinin orijinal formundan biraz saptığını görmekteyiz. Söylemler, “Lozan bir zafer mi yoksa yenilgi mi” anlatısına odaklanmak yerine, çeşitli şehir efsaneleriyle beslenerek yabancı güçlerin Türkiye’nin bor veya petrol rezervlerini çıkarmasını engellediği gibi iddialarla yayılmaya başladı. Bu şehir efsaneleri, başlarda kurucu liderleri suçlayan komplo teorilerini biraz seyreltmek amacını taşıyordu. Ne de olsa orijinal Lozan karşıtı anlatının içerdiği marjinal düşünceler ve ana akımda bu marjinal yaklaşımlarla barışık olmayan bir milliyetçiliğin yükselişi, Lozan komplolarının özgün şekline biraz mesafeli durulmasına neden oluyordu.

Sonuç

Komplo teorileri, ne kadar deli saçması gibi görünse de, onları anlatanlar ve tekrar edenler açısından bir fayda yaratmaktadır. İnsanlar kimi zaman güdümlü düşüncelerini desteklemek için, kimi zaman da kriz zamanı ortaya çıkan belirsizlikle mücadele etmek için komplo teorilerini araçsallaştırırlar. Bu yazıda komplo düşüncesine dayalı anlayışın sadece bir örneğine, Lozan komplolarına yer verdik.

Tarihsel olayların yorumlanmasında ideolojik yanlılıklara veya güdümlü mantık yürütmelere oldukça sık rastlanmaktadır. Lozan komplolarından örneklersek; kimileri için Lozan karşıtı anlatıyı sürdürmek, tekrarlamak ve hatta büyütmek için objektif anlatıya alternatif bir açıklama geliştirmek gerekir. Kimilerine göre ise, ideolojik pozisyonlarına ve tarihsel mağduriyetlerine uyumlu bir tarih yorumu getirmek önemlidir. Bir diğer grubun ihtiyacı da, paranoyalarının gerçekçi tehditlere dayandığını göstermek için komplocu karakterlerin kötücül planları olduğu düşüncesi olabilir. Günün sonunda, herkes kendisine uyan bir hikaye bulur, ya da yenisini uydurur. Rob Brotherton’un dediği gibi: “Komploculuk, çok daha geniş bir dünya görüşünün potansiyel bir ürünüdür” (Brotherton, 2015).

Kimi zaman komploculuk son derece mantıksız görünebilir veya çok eğlenceli gelebilir; ancak unutmamamız gereken, komplocu düşünce yapısının gerçek dünyada önemli etkileri olabileceğidir. En basitinden, bu türden anlatılar politikaları ve kamuoyunun politik tercihlerini şekillendirir. Bu komplo teorilerinin kökenlerini ve evrimini anlamak, onları popüler hale getiren sosyal, psikolojik ve politik mekanizmaları ortaya çıkarmak bize önemli ipuçları sağlar. Bu tür analizler, yanlış ve yanıltıcı bilginin yayılımını engellemek ve daha bilgili ve nüanslı bir tartışmayı teşvik etmek için içgörüler kazandırır.

Kaynaklar:

Yanlış Bilgi Çağında Depremler ve Komplo Teorileri

$
0
0

6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan büyük depremin acısı halen içimizde. Bu korkunç felaketin yıl dönümünde yazarımız Serdar Başeğmez, 9 Şubat 2024 tarihinde The Skeptic – UK için yazdığı “Earthquake conspiracy theories flourished in the wake of last year’s disaster in Turkey” başlıklı makalesini küçük değişikliklerle çevirdi. İyi okumalar.

1556 yılında İstanbul'u sallayan şiddetli depremin yarattığı hasarı gösteren gravür. Üstte depremden iki ay önce görünen ve o zamanlar felaket habercisi olduğu düşünülen bir kuyruklu yıldız çizilmiş.
1556 yılında İstanbul’u sallayan şiddetli depremin yarattığı hasarı gösteren gravür. Üstte depremden iki ay önce görünen ve o zamanlar felaket habercisi olduğu düşünülen bir kuyruklu yıldız çizilmiş. (Kaynak)

17 Ağustos 1999 gecesi Ortaköy’de daracık bir sokakta komşuların dedikodularına kulak kabartmaya başladığımızda depremin üzerinden sadece 2 saat geçmişti. “Sokağın aşağısında apartman yıkılmış” dedi bir komşu. “Kilisenin duvarı yıkılmış, bir çocuk molozların altında kalmış” diye ekledi ötekisi. Oysa, emlakçının deyimiyle, “zeminin altı komple kaya” olan mahallemizde ne bir gürültü vardı, ne de toz duman. Hangi kilise diye soracak oldum ama içten içe cevabı biliyordum. Sokağın sonundaki Ermeni kilisesini kastediyor olmalıydı. Komikti, çünkü bu dedikoduyu anlatan komşum sadece üç araba boyu ileri gitse kilisenin devasa duvarlarının sokağın sonunda dimdik ayakta olduğu görebilirdi.

O gece Ortaköy’de bir bahçenin duvarı çatlamış, öteki evin çatısından kiremit düşmüştü. Ama mahallemizde kimseler yaralanmamış, hiçbir ev yıkılmamıştı. O gece sokaklarda dolaşan bu abartılı hikayeler, kulaktan kulağa anlatılmaya, anlatıldıkça da abartılmaya devam etmişti. 

O günlerde “post-truth”, yani duyguların ve bireysel kanaatlerin gerçeklik algımızı şekillendirdiği dönemi tanımlayan bir kavram, henüz icat edilmemişti. Oysa bugün her felakette bu türden bir dedikodu rüzgarını bütün çıplaklığıyla izlemekteyiz. Büyük terör saldırıları sonrasında bilgisayar oyunu videoları ortaya dökülüyor, ya da depremlerin ardından yeni deprem alametleri üzerine iddialar paylaşılıyor. Dedikodular, şehir efsaneleri ve yalan haberler, yardım çığlıklarının ve kritik bilgi paylaşımının önüne geçiyor.

Bazen masum hatalardan, ama çoğunlukla etkileşimden gelir elde eden hesapların kasıtlı saptırmalarıyla yayılan bu hatalı bilgiler, dünyanın her yerinde hakikat kontrol uzmanlarını meşgul etmekte. Öte yandan kriz anlarında ortaya çıkan yalan haberlerin ve hatalı bilgilerin getirdiği başka bir sorun daha var ki, hedeflemesi çok daha zor: Komplo teorileri.

Bu Yalansavar yazısında özellikle depremler sonrası yayılan komplo teorilerini inceleyeceğiz. Fakat depremler söz konusu olduğunda bu başlığa empatiyle yaklaşmak gerektiğinin altını çizmek isteriz. Depremler, mağdurlarına hayal bile edemeyeceğimiz acılar ve kayıplar verdiren bireysel trajedilerdir. İnsanlar evlerini, yakınlarını ve hayatlarının normalini yitirirler. Deprem bölgesinden uzakta yaşayanlar için bile sosyal medyada felaketin etkilerini görmek ve travmalarına tanık olmak yıpratıcı bir süreçtir. 

Dolayısıyla burada amacımız komplo teorilerine inananlarla dalga geçip komplo teorilerini paylaşanlara parmak sallamak değil. Amacımız, yanlış bilginin, dezenformasyonun ve komplo teorilerinin mekanizmasını anlamaya çalışmak ve bu soruna çözüm ararken bize yardımcı olacak bir anlayış geliştirmek.

Toplumsal Travma

Öncelikle, deprem toplumsal bir travmadır. 1999 depremini ele alalım. Depremden doğrudan etkilenen nüfusun büyüklüğü bir yana, 17 Ağustos sabahı yardım için deprem bölgesine koşanların karşılaştığı yıkım, birçok insanın hafızasına kazınmıştı. Gidemeyenler ise bu trajediyi medyanın deprem bölgesinden yaptığı yayınlar sayesinde canlı izlemişti. Birçok insan, deprem felaketinin gerçekliğine ilk kez bu kadar detaylı bir şekilde şahit olmuştu.

2023 yılına gelindiğinde ise zaman değişti. 6 Şubat’ta Türkiye’nin güneydoğusunu ve Suriye’nin kuzeybatısını vuran çok daha şiddetli iki deprem birden yaşandı. O kadar ki, ilk depremin şiddeti Mercalli ölçeğindeki en yüksek noktaya tekabül eden XII olarak açıklandı. Bu depremlerde Türkiye’de ve Suriye’de toplam 60 bin ölüm yaşanırken 120 binden fazla insan yaralandı. Bu kez trajedi, tüm çıplaklığıyla sosyal medyanın merceği altında izlendi. İlk günlerde Twitter, tüm dünya için haberlerin birinci kaynağı haline geldi. Tabii ki sosyal medyanın seçici lensi, sansasyonel kısımları büyüttü ve her zamanki gibi doğrulanmamış bilgilerin çok sayıda insana ulaşmasını da sağladı.

İki depremi birlikte düşünürsek; 1999 depremi, İstanbul’da yaşayanlara bir sonraki depremin kendilerini de vurabileceğini hatırlatmıştı. Nitekim deprem uzmanları, Kuzey Marmara’da 30 yıl içerisinde büyük bir deprem beklenmesi gerektiği yönünde açıklamalar yapmışlardı. Bu yüzden de 1999’dan bu yana deprem gündemimizi hiç terketmedi, her daim yaşantımızın, günlük politikanın ve gelecekle ilgili planlarımızın bir parçası oldu. 6 Şubat depremleri ise İstanbul’da yaşayanlara İstanbul’un halen tehlike altında olduğunu ve büyük bir depreme halen hazırlıksız olduğumuzu hatırlattı. 

Çeşitli araştırmalar, bu tür zamanlarda ortaya çıkan belirsizlik ve kontrolü kaybetme duygusunun insanların dedikodulara ve komplolara daha çok sarılmasına ve bu yolla duygusal sıkıntılarını rahatlatma yolunu seçtiklerine dikkat çekmekte. Buna göre, afetin kontrol edilemez doğa olaylarından değil de kötü niyetli grupların kasıtlı çabalarından kaynaklanıyor olduğu düşüncesi, insanlarda belirsizliği azaltırken -şaşırtıcı bir şekilde- bireylerin kontrolü ele aldıklarını düşünmelerine yol açmakta. 

Bu tür psikolojik etmenler bireylerin komplo teorisine neden meylettiklerini açıklayabilir. Öte yandan görünüşe göre bireyler, kriz ortamında ortaya çıkan bilgi kirliliğinde seçici davranıyor, yalnızca ‘onayladıkları’ yanlış bilgilere ve komplo anlatılarına yöneliyorlar. Başka bir deyişle hangi kötülerin hangi kötücül planları kurduğunu belirleyen faktör, bireylerin politik tutumları ve yaşam görüşleri.

İdeolojiler, politik tutumlar ve felaket anlatısı…

Her felaket kendisine has komplo anlatılarının farklı ölçeklerde öne çıkmasına neden olur. Stresin ve endişenin ön planda olduğu ilk reaksiyonlar doğrudan komplolarla ifade edilmese de hızlı bir şekilde öne çıkan bilgi kirliliğinin ve dezenformasyonun yavaşça komplo teorilerine evrildiğini görürüz. Covid-19 yayılmaya başladığında paylaşılmaya başlanan uydurma videolarda olduğu gibi; sokakta aniden bayılan insanlarla başlayan korku dolu distopik anlatı, kötücül bilim insanlarının biyolojik silah ürettiği ve ülkelerin birbirine türlü oyunlar oynadığı bir casusluk filmi senaryosuna dönüşür

Depremler de bundan farklı değil, ilk günlerde yayılan yanlış bilgiler zamanla farklı anlatılara evrilirler. Journo’ya göre bu durum Osmanlı döneminde de çok farklı değilmiş. Buna göre 1894 İstanbul depremi, ortaya çıkardığı yalan haberler, deprem tahmincileri ve komplo teorileriyle dönemin politik ortamını epey meşgul etmiş.

“7.4 yetmedi mi” pankartı 1999 depreminin en akılda kalıcı sahnelerinden biri olarak dönemin politik kutuplaşmasını simgelemektedir.

Politik aidiyetlerin, deprem karşısındaki tutumumuzu etkilediğine ilişkin çok sayıda örnek vardır, 1999 depremini yaşayanlar depremin merkezine çok yakın olan Gölcük Deniz Üssü’nde yaşanan felaketi hatırlayacaktır. Tamamen yıkılan üste bir amiral ve iki yüzün üzerinde denizci hayatını kaybetti. Bu olay, 28 Şubat döneminin oluşturduğu gergin politik ortamının etkisiyle İslamcı kanatta helak anlatısıyla uyumlu bir “ilahi ceza” söyleminin kullanılmasına yol açtı. Dönemin kutuplaşmasını belki de en çarpıcı şekilde yansıtan fotoğraf, başörtüsü eylemlerinde açılan o acımasız “7.4 yetmedi mi?” pankartıydı.

Öte yandan -artık hükümette olan- İslamcı kanadın 6 Şubat depremine olan yaklaşımı “ilahi ceza” yorumundan oldukça uzaktaydı. Bu defa ilk hamle, “Asrın Felaketi” isimli bir Twitter hesabı oluşturmak ve aynı slogan eşliğinde “yaşanan felaketin önlem alınamayacak kadar devasa olduğu” anlatısını yerleştirmeye çalışmak oldu. Oluşan yoğun tepkiler üzerine hesap kapatılsa da hükümetin ve ona yakın medyanın temel stratejisi değişmedi, aynı anlatı diğer kanallarda devam etti. Bu arada, TRT ve diğer hükümet yanlısı medya, hükümeti zayıf gösterebilecek komplo teorilerini çürütmek için uğraşırken, yalan haber ve dezenformasyonun “diğerleri” tarafından yayıldığını ima eden yayınlar yaptı.

Medyada çıkan haberlere göre hükümet, 6 Şubat depreminin hemen ertesinde bol takipçili bir Twitter hesabını satın alıp alelacele “Asrın Felaketi” anlatısını merkez alan bir propaganda hesabına dönüştürmüştü. (Kaynak)

Kahramanmaraş depremi sırasında Türkiye’nin en büyük sorunların birisi Suriyeli göçmenler sorunuydu. Tıpkı 1999 depremindeki İslamcı-laik çatışmasının etkilerini gördüğümüz gibi 6 Şubat depremi sonrasındaki dezenformasyon ve komplo teorisi evreninde Suriyeli sığınmacılar sorununun yansımalarını gördük. Depremden yerel halk kadar etkilenen, üstüne üstlük dışlanan ve nefret söylemine maruz bırakılan mülteciler hedef tahtasına oturtuldu. Yetmedi, yerel halktaki tepkiyi daha da körükleyecek demeçler verildi. Kriz anlarında artışa geçen bu yabancı düşmanlığı, “nüfus mühendisliği”, “etnik kışkırtma” gibi komplolara da ilham kaynağı oldu.

Bu türden politik aidiyetler bireylerin komplo teorisi şablonlarından hangisine yakınlık duyduğunu belirler. Batı karşıtı bir duruşu olanlar depremin arkasında batıdaki süper güçlerin olduğunu düşünürler. İktidarı destekleyenler için deprem iktidardakilerin potansiyelinden korkan çevrelerin işine geliyordur. Geleneksel İslamcı gruplar İsrail’i baş düşman ilan ederken tüm politik spektrum olayların içindeki batılı odakları işaret etmeye başlar. Olağan şüpheliler Bill Gates, Dünya Ekonomik Forumu, Illuminati ya da Masonlar aşı komplolarına kısa bir ara verip depremdeki rollerini oynarlar.

Yine de farklı ideolojilerle yönlenen komplo teorilerinde ortak temalar ve şablonlar olduğunu söyleyebiliriz. Afetin arkasında bir takım güçlü aktörlerin gizli operasyonlarının olması bunlardan birisi. Daha önce Yalansavar sayfalarında ele aldığımız HAARP, politik yelpazenin tamamını etkileyen ve her depremden sonra tekrar hortlayan komplo teorisi olarak bu temaya çok güzel bir örnek.

HAARP: Bir Deprem Klasiği

HAARP (The High-frequency Active Auroral Research Program), iyonosferi, yani atmosferin iyonize olmuş üst katmanlarını incelemeyi ve radyo iletişimi ile gözetim alanındaki potansiyel kullanımlarını keşfetmeyi amaçlar. Bu program, başlarda büyük ölçüde Amerikan hava ve deniz kuvvetleriyle DARPA (Defense Advanced Research Projects Agency) tarafından finanse edildi. Zamanla ordunun radarından çıkan proje, en sonunda tamamen Alaska Fairbanks Üniversitesi’ne devredildi.

HAARP’ın uçsuz bucaksız anten görüntüsü. Bu kadar büyük bir anten dizisi insanlarda elektromanyetik alanlarla ilgili yersiz endişeleri canlandırıyor. (Kaynak)

HAARP, komplo teorileri evreninde önemli bir yer tutar. Zihin kontrolünden mevsim mühendisliğine, orman yangını çıkartmaktan depremlere her tür komplo teorisinin ısrarla kovaladığı HAARP, Amerikalı gazeteci Sharon Weinberger’in deyimiyle “Komplo teorilerinin Moby Dick’i” ünvanını taşır. “Tesla’nın icat ettiği ama bizden gizlenen teknoloji” etiketiyle servis edilen uçsuz bucaksız sıralanmış antenlerin görüntüsü elektromanyetik olan her şeye karşı duyulan bir teknofobiyi tetikler. Üstelik bu resimlerin radar kubbesi taşıyan gemiler ve antenlerini dünyaya çevirmiş uydular gibi HAARP’la hiç ilgisi olmayan görsellerle servis edilmesi HAARP komplosunu mobilize etmektedir: HAARP tesisi Alaska’dadır, ama HAARP İstanbul boğazından geçebilir.

Radar kubbesi taşıyan bir gemi. Komplo teorisyenleri bu tür gemilerin fotoğraflarını kullanıp bunların HAARP’a ait olduklarını iddia ederler. Bu sayede HAARP her yerdedir. (Kaynak)

Bu anlatı yalnızca Türkiye’ye özel değil, Ermenistan’da, Haiti’de ve Yeni Zelanda’da yaşanan depremlerde de gündeme gelmiştir. Detaylar duruma göre değişse de HAARP iddiaları istikrarlı bir şekilde tekrar edilir ve komplo teorisi çürütülmeye karşı oldukça dirençlidir. Deprem, bazen ters giden bir deneyin sonucudur, bazen de bir işgal planının ya da misillemenin bir parçasıdır. Örneğin 6 Şubat depremlerinde sosyal medya botları tarafından sıklıkla tekrarlanan HAARP komplosu, depremin Türkiye’yi Finlandiya ve İsveç’in üyeliklerini geciktirdiği için cezalandırmak amacıyla NATO tarafından tetiklendiğini iddia etmektedir.

İşgal Kaygısı

Bir depremin insanlar tarafından tetiklendiğini iddia eden bir komplo teorisi, kaçınılmaz olarak kötücül saiklerle hareket eden bir takım odakların varlığını da ima eder. Çoğu zaman da bu odaklar ülkemizi işgal etmeyi planlamaktadır. Bu işgal edilme korkusu farklı politik fraksiyonları etkisi altına almıştır. Örneğin 2000’li yıllarla beraber ulusalcı komplo ağları, bir ABD işgali kaygısı geliştirmiştir. 

Bu kaygının en gözde kanıtı, ABD Silahlı Kuvvetleri tarafından organize edilen 2002 Millenium Challenge savaş oyunudur. MC02 devasa ölçekte ve çok pahalı bir savaş simülasyonudur. Komplo anlatısının öne sürdüğü senaryoya göre bir Ortadoğu ülkesinde büyük bir deprem olur, bu ülke kendisini toplumsal bir kaosun içinde bulur. Amerikan kuvvetleri ülkeyi işgal eder ve barışı sağlayarak demokrasiyi kurtarır.

Bu anlatının ima ettiği plan ne kadar tedirgin edici olsa da işin doğrusu biraz farklıdır. Gerçekte MC02 senaryosunda düşman ülke Türkiye değil, Irak ya da İran’dır. Üstelik savaş oyunu, Amerikan kuvvetlerini temsil eden mavi güçlerin ağır kayıplar vermeye başlaması üzerine durdurulmuş, yeni kurallarla tekrar başlatılmıştır. MC02, gizli olması bir yana, bu skandal sebebiyle ABD kamuoyunda uzun süren hararetli tartışmalara ve büyük eleştirilere neden olmuştur. 

İşgal kaygısı, kendisine kitaplarda da yer bulmuştur. Mine G. Kırıkkanat’ın 1999 depreminden sonra 2003’de yazdığı Bir Gün, Gece romanı da İstanbul’da yaşanan iki depremi ve sonrasında AB ve ABD’nin Türkiye’yi işgal etme girişimini anlatır. Anti-Amerikan komplo kültürünün oldukça sahiplendiği işgal bazen “Beşinci kol” şeklinde, ya da tüm ülkenin istilası şeklinde ele alınır. 6 Şubat depreminde ABD’nin bölgedeki uçak gemisini desteğe göndermesi bu paranoyayı tekrar yüzeye çıkarmış, MC02 efsanesiyle harmanlanıp hem muhalefete hem de iktidara yakın gazeteciler tarafından paylaşılmıştı.

Thor’un Çekicinden Yeraltı Bombalarına

HAARP, kötücül güçlerin tek silahı değildi. Şeytani planlarından birisi de uydulardan devasa metal çubuklar bırakmak, bu çubukların yere şiddetle çarptıkları noktalarda fayların kırılmasına neden olmaktı. Bu iddia, aslında soğuk savaş döneminden kalma, “Project Thor”, veya kinetik bombardıman ismiyle bilinen kuramsal bir silah fikrine dayanmaktadır. 

Thor Projesi, tungsten çubukların yörüngeden yeryüzündeki hedeflere doğru bırakılmasını amaçlayan bir silah projesi iken komplo teorisyenlerinin elinde deprem tetikleyen gizli bir silaha dönüştü. (Kaynak)

2003 yılında bu proje, ABD Hava Kuvvetleri’ne “Hiper hızlı çubuk demetleri” ismiyle resmen önerilmiş, fakat hem maliyet, hem de teknik yetersizlikleri nedeniyle takip edilmemiş ve unutulmuştur. Bu arada, orjinal tasarının deprem tetikleme ile ilgisi de yoktu, çünkü zaten yerin kilometrelerce altında bulunan fay hatlarını bu şekilde etkilemek mümkün değildir. Tabii bu durum 2021’de bir konferansa katılan Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım’ın dünyaya devasa çelik çubuklar fırlatarak depremler yaratan savaşçı uyduların projesini gördüğünü büyük bir özgüvenle anlatmasına engel olmaz. Yıldırım’a göre bu titanyum alaşımlı çubuklar 10 metre uzunluktaydılar ve yerin 5 km altını vurabiliyor ve 7-8 şiddetinde depremler tetikleyebiliyordu. İşte bu konuşmanın videosu, 6 Şubat depreminin maksatlı bir saldırı olduğu iddiasına kanıt olarak dolaşıma sokulmuştu.

Göklerdeki gizli bir operasyonu saklamak zor görünüyor olabilir. Belki de hain tezgah yeraltında daha büyük gizlilikle yürütülüyordur. Çok yaygın bazı komplo teorileri de toprak altındaki darbelere odaklanmaktadır. Bu temanın birkaç değişik varyasyonunu görmekteyiz. Bu varyasyonlarda gizli oluşumların ya da düşman ülkeler tarafından finanse edilen şirketlerin yeraltından fay hattına erişmek için çeşitli yöntemler kullandığı iddia edilir. 2023 depreminde bu yöntem bir petrol kuyusuydu. Fukushima depreminde komplocular okyanusun derinliklerini kullanmayı tercih etmişti. Fay hattına bir kez ulaştıktan sonra yeraltına bol miktarda su enjekte etmek, hatta bomba patlatmak sismik aktivite tetiklemeye yeterli görülür. Bu odakların saldırıyı gerçekleştirme sebebi ise bazen düşmana yapılan yardımın intikamı, bazen de hedef ülkede Büyük sıfırlama” planının test edilmesi olur.

Bulaşıcı Komplo Teorileri

Farklı komplo teorilerinin gelişimlerini takip ettiğimizde bazen ilginç örüntülerin çıkışına şahit oluruz. Bir ülkenin kendine has politik ve tarihsel koşullarında gelişmiş bir komplo teorisi, Romanya’da bir senatörün komplo teorilerini etkileyebilir. Çünkü komplo teorilerini üreten, zenginleştiren ve yayan bireyler farklı komplo ağlarını da takip ederler. Örneğin ABD kaynaklı ve tamamiyle Amerikan politikasının iç dinamiklerinde gelişen QAnon komplosu Almanya’da ortaya çıkabilir. Covid-19 pandemisi sırasında da Türkiye’deki komplo ağlarının mikrop inkarcılığı, büyük sıfırlama ve 5G konularındaki komplo teorilerini Türkiye’deki bağlama uyarladıklarını görmüştük. Bu türden karşılıklı etkileşimler depremler sonrası da gözlemlenmiştir.

Bu tür komplo teorilerine bir örnek, depremin küreselciler, Dünya Ekonomik Forumu, ya da benzer bir takım odaklar tarafından kurgulanan “yeni dünya düzeni” kapsamında tetiklendiğini iddia eden bir anlatıdır. Bu bağlamda aktarılan çok sayıda komplo kurgusu vardır: Örneğin insanların özgürlüklerini kısıtlamak isteyen egemen güçler, şehirleri dümdüz edip yerlerine akıllı şehirler kılığına girmiş açık hava hapishaneleri inşa etmeyi amaçlamaktadırlar. Akıllı şehirler kavramı, aslında progresif bir şehir planlama modeli olarak önerilen 15 dakikalık şehirleri inşa etmenin görünen yüzüdür. Bu komplo teorileri büyük oranda iklim değişikliği inkarcılığından etkilenerek depremlere uyarlanmıştır. Bu yüzden Paris anlaşması da bu dev tezgahın taslak dokümanı olarak görülür.

Boşlukları Doldurmak için Anomali Avcılığı

Komplo teorileri üretenlerin anomali avcılığına girişmeleri çok rastlanan bir yöntemdir. 11 Eylül’de yanan kulelerin dumanlarında kafatası görüntüleri ararlar. Ya da müzik parçalarında şeytani mesajlar, haber akışında anlamlı sayı dizileri olduğunu iddia ederler. Apofeni, yani şeyler arasında olmayan bağlantılar görme eğilimi, batıl inançlarda ve komplo teorilerinde sık görülen bir durumdur. Bu tip bir örüntü avcılığından büyük resmi görmeye çalışma eğilimi deprem sonrasında da sıklıkla karşılaştığımız bir durum oldu.

Göz şeklindeki merceksi bulut görüntüsü bir sismik olayın habercisi olarak komplo teorisi evrenindeki görsel apofeni örneklerinden. (Kaynak)
CNN Türk’de yayınlanan ve göze benzetilen sismik risk haritası. (Kaynak)

Örneğin, Bursa’da görülen göz şeklindeki kızıl merceksi bulut oluşumu önce genel bir deprem alameti sayılmış, 3 hafta sonra 6 Şubat depreminin yaşanmasıyla hatırlanmıştı. Halen bu bulutların görünüşü “bir şey olacak” kaygısıyla paylaşılmaktadır. Tabii ki her an her yerde merceksi bulut görülebildiği gibi her an her yerde de deprem olabilir.

Bu bulutun göz şeklinde olması, apofeni eğilimi olanlar için tesadüf olmayabilir. Nitekim komplo teorilerinde göz sembolizmi sıklıkla rastlanan bir durum. Bir başka “göz” apofenisi de CNN Türk tarafından paylaşılan sismik tehlike haritasındaki gizli göz sembolüydü. Harita demişken Time dergisinin 2021’deki kapağındaki bulut formasyonunun Türkiye’ye benzetilmesi ve şimşeklerin (kabaca) deprem bölgesine denk gelmesi de güzel bir anomali avcılığı örneğidir.

Time dergisinin kapağında Türkiye haritasına benzetilen bulut ve depremleri simgelediği iddia edilen şimşekler. (Kaynak)

Komplo inancının kurulmasında ve sürdürülmesinde önemli bir araç haline gelen sembolizm fantazi dünyası ile gerçeklik arasında bir köprü oluşturmakta. Fakat anomali avcılığının önemli bir kısmı bilişsel hatalardan ve bazen de bilimsel anlayışın eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Örneğin gökyüzündeki çeşitli olaylar, ani sıcaklık değişiklikleri veya denizde kendiliğinden oluşan kabarcıklar sıklıkla deprem alameti gibi algılanmaktadır.

1999 yılındaki depremden altı gün önce Türkiye’de tam güneş tutulması gözlenmişti. Bu iki olay arasında bağlantı kurulması kaçınılmazdı. Bunu daha önce Yalansavar’da ele almış, güneş tutulmalarının depremleri tetiklemediğini yazmıştık. Fakat astronomik olayların fay hatlarını tetikledikleri düşüncesi sadece 1999 depremine has değildi. Deprem tahmincileri (ya da kahinleri) ve astrologlar gezegen dizilimlerini veya ayın fazlarını kullanarak deprem kehaneti yapsalar da bu yerçekimsel kuvvetlerin uzak mesafelerde fay hatlarını etkileyemeyecek kadar zayıf olduğunu biliyoruz. Fakat çeşitli mantıksal yanılgılar ve seçici hatırlama yanlılığı sebebiyle bu tür bağlantılar kurulması sıklıkla yaşanan bir durum.

Bazen de bu yanlış anlaşılmalar bilimsel anlayışın eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer tektonik plakaları hareket ettirebilecek enerjinin boyutunu hayal edebilseydik, mandıralardan tahliye edilen suyun, küçük bir gemideki basit bir antenden yayılan elektromanyetik dalganın ya da yerin birkaç yüz metre altındaki basit bir patlamanın büyük depremlere neden olamayacağını düşünebilirdik.

Bu yanlış anlamalar zaman zaman kurulu düzenin güvenilir olmadığına kanıt olarak da algılanabilmektedir. Örneğin deprem sonrasında farklı kurumlar depremin şiddeti hakkında farklı açıklamalar yapabilir. Bu durum bazen ölçeğin, bazen de ölçümün yapıldığı yerin farklılığından kaynaklanır. Öte yandan bazen bir kurumun depremin şiddetini daha düşük açıklaması komplo teorisyeni için gizli bir ajanda yürütüldüğüne kanıt olarak algılanabilir. Daha genel olarak bakarsak, bir bilim insanının başka bir bilim insanıyla farklı fikirde olması bile “şüpheli” bir davranış olarak görülebilir. Mesela deprem ışıkları gibi tam bir bilimsel açıklama getirilemeyen fenomenler sıklıkla HAARP veya Mavi Işın projesi gibi komplo teorileriyle bağlantılı olarak algılanır ve farklı açıklama yapan bilim insanları ‘bir şeyler gizlemek‘ ile suçlanabilir.

Bu yanılgılar birkaç yıl öncesine kadar basit gerçeklik kontrolü mevzularıydı. Batıl inançlarla kaldığında gereksiz kaygılara ve belki de şöhret peşinde koşan tık avcılarına fayda sağlamaktan daha zararlı görünmüyor olabilir. Öte yandan son yıllarda bu tür yanılgıların ya da iddiaların komplo düşüncesiyle birleşmesi, onların yanlışlanmasını zorlaştırmakta. Hakikat kontrolü yapanlar veya işin doğrusunu açıklamaya çalışan bilim insanları işbirlikçi gibi görülmeye başlanıyor ve bu da fanus etkisinin artmasına, erişilemeyen küçük toplulukların alternatif gerçekliklere sürüklenmesine neden oluyor.

Son söz…

Depremle ilgili komplo teorilerinin yanlış bilgi evrenindeki yerini anlamaya çalışırken kriz ve yoğun kaygı anlarında bireyleri bu anlatılara iten psikolojik güdülerin önemini kavramak önemli bir adımdır. Doğrudan etkilenmeyenlerin bile yaşayışlarını alt üst eden, beraberinde derin bir belirsizlik ve kontrolünü kaybetme hissi yaratan bu felaketlerin kaosunda anlam aramak doğal bir refleks olarak görülmelidir. Bu arayış bazıları için politik ideolojilerle şekillenen anlatılara dönüşüyor ve ait oldukları küçük sosyal çevrelerde dünya görüşleri ile birleşerek çeşitli komplo teorilerine inanmalarına neden olabiliyor. Öte yandan aynı fikirdeki topluluğun verdiği kolaylık hissi bir süre sonra kendilerini hapsettikleri yankı odasında muhalif söylemlerden ve ‘rahatsız edici’ doğrulardan uzak alternatif bir gerçekliğe dönüşüyor olabilir. 

Tabii ki komploculuğun doğası bundan daha karmaşık ve tamamını birkaç örneğe bakarak açıklamamız mümkün değil. Yine de psikolojik etmenlere, politik görüşlere ve yanlış bilginin dinamiklerine bakarak komplo düşüncesinin nasıl evrimleştiğini çözümlemek önemli bir adım. Bu gözlemler özellikle felaketler sonrası yayılan yanlış bilgiyle ve komplocu düşünceyle nasıl mücadele etmemiz gerektiği konusunda bize faydalı ipuçları sağlayacaktır.

Bu arada kendimizin de bu tür anlatılara bağışık olmadığımızı aklımızda bulundurmamız gerekiyor. Komplo teorileri giderek karmaşıklaşan gerçekliği algılama biçimimizin bir yöntemi, bu karmaşıklığı basitleştirmenin bir aracıdır. Biz de, yakınlarımız, ailemiz ve arkadaşlarımız kadar bu anlatılara açığız. Anlayışlı bir kuşkuculuk yerleştirmemiz özellikle kriz anlarında sevdiklerimizle daha bilinçli ve düşünceli bir iletişim kurmamızı sağlayacaktır.

Son olarak, birkaç yılda bir depremin gölgesi altında yaşadığımızı hatırlatan küçük ya da büyük bir afete şahit oluyoruz. Öte yanda deprem etrafındaki komplo teorileri etrafında gelişen ve yayılan toksik yaklaşımın uzun vadedeki zararlarını göz ardı edemeyiz. Bu anlatılar bizleri gerçek sorunlardan uzaklaştırmakta, politik katılımı önemsizleştirmekte ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına neden olmaktadır. Oysa depremin Türkiye için kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamalıyız. Doğru planlama, etkili denetim ve depreme uygun şehirleşme ile depremin yıkıcı etkilerinin önüne geçmenin mümkün olduğunu, bunu başaran pek çok ülkenin örneğinden biliyoruz.

İleri Okuma ve Kaynaklar

Viewing all 33 articles
Browse latest View live